Eskiyi anmak ama geçmişte kalmamak önemli… Yakın zamanda doğduğum yer Limasol/Leymosun’a gittiğimde 1974 sonrası mahallemi ilk gördüğüm anı yaşadım yine…
Henüz kapılar açılmamıştı, hangi yıldı bilmem…
İki toplumlu bir etkinlik çerçevesinde Kıbrıs’ın güneyine düzenlenen bir gezi sırasında Limasol’a Park Gazinosu yanına gittiğimizde durdurdum otobüsü… Mahallenin o eskilerde kalmış ama hatıraların beyninizin bir köşesinde yer ettiği ve bugüne kadar geldiği o geçmişi yaşamak istersiniz tekrar…
Park Gazinosu yanında durduğunda otobüsümüz, atladım hemen, yanımda eşim ile o zamanların en meşhur Limasol ve hatta Kıbrıs’ın Restoranlarından Niyazi Kebap’ın (Meşhurluğunu ve kalitesini şimdilerde de artırarak sürdürüyor) yanından arkasındaki sokaktaki Sonya Apartmanı’nın bir sonraki sokağına koşar adım gittim.
Sağ tarafımızda o zamanın Sancaktarlığı ve daha sonra futbol sahası… Sahanın kapısının karşısındaki sokak Çamlıca Sokak…
Doğduğum, 11 yaşına kadar sokaklarında koştuğum, arkadaşlarla sokaklarında pirilli, lingiri oynadığım, hemen yanındaki sahada futbola doyduğum, Doğan-Ocak maçlarını kadın-erkek-çocuk birlikte izleyip tezahürat yaptığım mahallem…
Kapılar açıldıktan sonra da gittim birkaç kez… Değişiklik olur mu, yapılır mı diye de meraklandım. Birkaç ay önce gittiğimde yine baktım, gözlemledim… Pek bir değişiklik yapılmamış…
Eski evler birkaç yıkılan bina dışında yerli yerinde duruyor, bazıları yenilenmiş, tamir edilmiş, tanınmadık yüzler yaşıyor şimdilerde o sokaklarda, doğduğumuz evlerde…
Bir yandan garip bir duygu ama karşılığını da şimdi yaşadığımız Kıbrıs’ın kuzeyinde buluyoruz… Başkalarının yaşadığı yerlerde, evlerde de şimdi başkaları yaşıyor…
İşte savaşın, göçün bir götürüsü ama belki de birileri için de getirisi!..
Limasol’un genelinde tabii ki değişiklik çok, yenilik, gelişmişlik, çağdaş bir Avrupa kenti görüntüsü… Deniz boyunca kilometrelerce uzayan yol ve bir tarafı deniz, diğer taraf, eğlence yerleri, oteller, barlar, restoranlar, alışveriş dükkanları…
Denizin serbest giriş hali… Bizim alışık olmadığımız… İsterse Otel yanı olsun, hiç kimsenin denize ulaşımına engel olunamayan…
Ancak artık geri dönüşü olmayan bir de betonlaşma… O kalkınma denen çirkinliğin adı.
***
Son gidişimde gördüğüm en büyük değişiklik mahallemizin yakınlarındaki Marina oldu. Bir zamanlar Taksim Denizi dediğimiz, oturduğumuz ve koca bir dilim pasta yediğimiz, bir tarafında balık tuttuğumuz yerin yerinde şimdi muhteşem bir Marina var.
Standardı çok büyük… Denizin içine uzayan dolgularda sıra sıra villalar, bahçelerinde havuzları, evin önünde yatları… Muhteşem bir para gidiyor ve geliyor… Çeşitli ebatta yatlar, tekneler, Marina’nın içinde konaklarken yat sahipleri veya Limasollular veya başkaları Marina’nın bir barında oturup birasını yudumluyor.
***
Bir zamanlar içine girdiğimizde metrelerce gitmemize rağmen hiç batmadığımız, kıyısında kum tepelerinde çocukluk aklımızla ‘savaşçılık’ oynarken ve de sakin yerler iken şimdilerde sıra sıra uzayıp giden restoranlarında kalabalıklar balıklarını yeyip denizinde serinliyorlar…
O zamanların İngiliz üsleri hâlâ oralarda konumlarını sürdürüyorlar. Değişmeyen şeylerden biri de bu; Üsler.
Ben gittim, daha önce de gittim, gezdim, gördüm… Yine gideceğim yine göreceğim… Özleyeceğim o yerleri, futbol oynadığım sahayı, alfabeyi öğrendiğim okulu… Ama…
***
Sonuçta şunu söylemek istiyorum aslında; Bir geçmişimiz var, doğduğumuz, büyüdüğümüz yerler, hatıralarımız ama o yıllarda savaşı yaşayanların çoğunluğu, ömrünün daha fazlasını şimdi olduğumuz yerlerde geçirmişiz…
Kurduğumuz aileler, çocuklarımız, bazılarımızın torunları… Onların ve de bizim buradaki geleceğimiz… Bundan sonrası… Planlar, hayaller ve bunların gerçekleşmesi…
Barışı yapalım, çözümü bulalım, olması gerekeni kuralım, geçmişi de analım ama geleceği yaşamaktan da vazgeçmeyelim.
Burada da otorite!
Otelciler Birliğimiz ile Sanayi Odamız arasında yerli ürünlerin kullanılması açısından bir protokol imzalanmış. Güzel ve yararlı bir anlaşma ama yerli ürünlerimizin yine kendi ülkemizde olan otellerimizin kullanması için bir protokol mu imzalamak gerekirdi ona da dudak kıvırarak bakıyorum… Bu protokolden önce otellerimiz hiç mi yerli ürün kullanmadı peki! Tabii ki kullandılar, hatta otelcilerin bazen yaptıkları açıklamalarda yerli ürün kullanmadıklarına dair haberlere tepki gösterdiklerini de gördük. Mutlaka kullanıyorlardır ancak kalite, yeterli üretim miktarı yanında belki de en önemlisi fiyat ön plana çıkıyordur. Otellerin satın alma birimleri vardır ve o birimlerin bir şey satın alırken öncelikle fiyata baktıkları da bilinir. Yerli üretimimizde maliyet fazla olduğu için çoğu zaman ithal ürünlerin tercih edildiği de bilinir. Tabii ki kalite de önemli. Sonuçta iki kurum arasında bir protokol imzalanmasıyla iş bitmiyor. Burada üçüncü bir ayak vardır ki o da üreticiye maliyeti düşürecek, kaliteyi denetleyecek hükümet. Biri satacak, biri alacak ama bu ilişkiyi sürdürülebilir kılacak bir de otoriteye ihtiyaç var.