Stella Aciman
Eski insanlar “İstanbul’un havasına ve kadınına güvenilmez” diye bir söz söylerdi. Doğma büyüme bir İstanbullu olarak bu sözün doğruluğuna yaşam içinde yüzlerce kez şahit olmuşumdur. Kadınını bilemem ama havasına gerçekten hiç güvenilmez. Güneşli bir güne uyanıp kendinizi sokağa atarsınız, bir anda mavi gökyüzünü kara bulutlar örter ve yağmur başlar… Yine aynı günleri yaşıyor İstanbul şu sıralar. Önce güneşli bir hava, ardından ince bir yağmur ve soğuğuyla lapa lapa yağan kar ve yine güneş! “Eh… O kadar gün, İstanbul’un kar sonrası çamuruyla debelendikten sonra biraz kış güneşinin keyfini çıkarayım” diye düşünerek yollara düştüm. İşte, sizlere benim İstanbul’umdan bir kesit…
İlk durağım NİL PASTANESİ; Şişli, Abide-i Hürriyet Caddesi’nde 1974 yılında İstanbullu Rumlardan Hrisula Buduris tarafından açıldı. Annem, elmalı strudel, milföy, parça börek ve batonsaleyi hep oradan alırdı çünkü özellikle bu ürünleri müthiş lezzetli yaparlardı. Yalnız Şişli’de oturanlar değil, İstanbul’un çeşitli semtlerinden gelen müşterileri vardı. Madam Hrisula, kırık Türkçesiyle, tüm müşterileriyle ayrı ayrı ilgilenirdi. Yıllar yılları kovaladı, Madam Hrisula’nın eşi hastalandı. Madam, çocuğu gibi sevdiği pastaneyi 1990 yılında yanında çalışan İbrahim Usta’ya devretmek zorunda kaldı. Ben, her fırsat bulduğumda buraya uğramayı, sıcak bir çay ile milföy pasta yerken Madam Hrisula’lı günleri hatırlamayı yani anılarımı tazelemeyi seviyorum.
Simit ve anılar
Halaskargazi Caddesi’nden Nişantaşı’na doğru yürümeyi çok severim. Hala, o yeni ve ruhsuz yapıların arasında kalan; eskinin ihtişamını inatla üzerlerinde taşıyan apartmanları seyretmek gözlerimi şenlendirir. Şimdilerde tek tük kalan o apartmanlarda oturan arkadaşlarım dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Bana ise yaşanmışlıklar kaldı… Yani bellek tazeliyorum benim İstanbulum’da.
Nişantaşı simitçisini bilir misiniz? Nişantaşı’nda, Valikonağı Caddesi’nin köşesine mıh gibi çakılmıştır tam kırk yıl boyunca… Dile kolay, tam kırk yıl! Adı Kadir Meşe… İstanbul’da her köşede bir simitçi veya simit sarayları bulursunuz ama hiç birinin sattığı simitte Nişantaşı simitçisinin tadını bulamazsınız. Her dem taze, kokusu uzun süreli ve çıtır çıtır… Her okul çıkışı muhakkak ona uğrar, iki simit alır ve eve giderdim. Fatma Teyzemin hazırladığı çay ve peynirli kahvaltımın baş misafiriydi o simitler. İstanbul’a her geldiğimde vazgeçilmezimdir o simit. Bir simit… Ne çok anıyı biriktirir susamlarının arasında, bilir misiniz?
Aramız bozuldu Beyoğlu!..
Son yıllarda Beyoğlu ile aramız giderek bozulmaya başladı diyebilirim. Hoyrat ellerin yanı sıra hoyrat beyinlere karşı da yenik düştü, ruhunu yitirdi. Çocukluğumun, gençliğimin misafir olduğu Hacı Salih, Vakko, Rejans, İnci Pastanesi, Emek ve Yeni Melek Sinemaları, Bab Cafeteria ve diğerlerinden söz ederken, artık di’li geçmiş zamanı kullandığımı fark etmek içimi acıtıyor. Bu defa başım öne eğik, ruhum ezik bir halde adımladım yitik Pera’nın kaldırımlarını.
KİTAP İÇİN… Dükkânının ismi bu! Murat Uncu… O bir kitap kurdu. Bir insan bu kadar çok kitaplarla iç içe yaşarsa sonunda sahaf olur. Murat da bir sahaf… Dükkânı Galatasaray’da, Hacopulo Pasajı’nın avlusunda. Engin bilgisinden faydalanmak, ruhumu zenginleştirmek ve tabii ki raflara sıralanmış çeşitli kitapların arasında kaybolmak için çay molası verdiğim mekânım.
Kestane kokuları
Tünel’e doğru ilerliyorum, burnumda kestane kokusu… Tezgâhının başında kestane pişiren delikanlıya yaklaşıyorum. Kızarmış kestaneler tezgâha sıra sıra dizilmiş, bir kısmı ateşle buluşmuş, çıtırdıyor.” Servet Deniz… Siirtliyim ben” diyor ve “Yedi yıldır kestanecilik yapıyorum. Günde 400-500 TL kazanıyorum.” diye devam ediyor. Tezgâha yaklaşan bir Fransız çiftle çat-pat İngilizcesiyle konuşarak kestanenin fiyatını söylüyor. “İngilizceyi nerde öğrendin?” diye soruyorum. “Burada öğrendim mecburen” diye yanıtlıyor ve ekliyor, “çok iyi Arapça da bilirim!” İkram ettiği sıcacık kestaneleri yerken konuşmaya devam ediyoruz. Servet’in dışarıdan liseyi bitirmeye çalıştığını öğreniyorum. Bana, “polis olmak istiyorum abla” diyor. Ben de, “polis olursan bu kadar çok para kazanamazsın” diyorum. Kuzguni siyah gözlerini, gözlerime kenetliyor ve “her şey para değil ki be abla” diyor. İçimden “ah, çocuk…” diyorum ve yanından ayrılıyorum.
Tünel’deki Nergiz Sokağı’nın merdivenlerinden inerek sola sapıyorum ve aşağıya doğru iniyorum. Niyetim, uzun zamandır gitmediğim Galata Kulesi’nin etrafında gezinmek, yeni açılan yerleri keşfetmek. Büyük Hendek Sokağı’nın başından yürürken Galata Kulesi’ni izlemek, her adımda biraz daha yaklaştığımı hissetmek çok sevdiğim bir duygudur. Galata Kulesi’nin çevresi İstanbul Yahudileri için ayrı bir önem taşır. Bir zamanların yerleşim yeridir. Zaman içinde her biri ya yurtdışına göçmüş ya da İstanbul’un çeşitli semtlerine taşınmışlardır. Her yıl Dünya Yahudi gününde, çeşitli etkinlikler bu bölgedeki sinagoglarda yapılır. Yahudilerin en büyük sinagogu olan Neve-Şalom(Barış Vahası)bu sokaktadır. Sinagogun önünden geçerken, kaç defa bombalandığını, kaç kişiye mezar olduğunu hatırlamamaya, o kötü günleri belleğimden silmeye çalışıyordum. Galata Kulesi’nin altına geldiğimde bu yakıcı duygulardan arınmama yarayacak biriyle karşılaştım. Elinde def, yanında bir Japon turist... İşte kendi ağzından kısa hikâyesi!
HOGIR GÖREGEN; “Perküsyon sanatçısıyım ve 27 yıldır İstanbul’dayım. Aslen Tatvanlıyım. Dünyanın buluştuğu bir noktadayım. Şu an belki sesimiz duyuluyor. Bu arkadaş Japonya’dan gelmiş, karşılaştık burada bir gönül bağımız oluştu. Siz de geldiniz bizi buldunuz yoksa ben sizi nerden bulacağım? Sabit bir yerim yok ama ben bu aleti dünyanın çeşitli yerlerinde çalıyorum. Profesyonel olarak barlarda konserlerde perküsyon çalıyorum. Özellikle Galata civarında şöyle güzel bir durum var; hayatın yoğunluğundan yorulmuş insanları burada buluyorum. Gerçi bu aralar bu bölgeyi kapadılar, insanlar artık müzik yapamıyor. Bu duruma son verilmesi daha iyi çünkü burası insanları kültürel açıdan birleştiriyor. Buraya dünyanın her yerinden insanlar geliyor, müzik yapıyor ve diyalog kuruyorlar. Yani insanlar sokakta buluşuyor, hayat sokakta…
Kısacık cümlelerle o kadar çok şey anlattı ki Hogır. Sonra elime bir def tutuşturdu, karşılıklı çaldık. Oradan ayrılırken ruhumun kara bulutları dağılmaya başlamıştı bile. Meydandan aşağı doğru ilerlemeye başladım. Sol taraftaki dükkânın ışıltılı vitrininin cazibesine kapıldım ve içeri girdim.
Galata’dan bakınca…
GALERİ SUFİ; Duvarları zarif çerçevelerin içlerine yerleştirilmiş, her biri diğerinden farklı minyatürler, gravürler, sulu boya resimlerle süslenmiş. Artık çok az kalan hat sanatı ustalarından Osman Yılmazer’ın, ince dokunuşlarından ortaya çıkmış çeşitli hat yazılar… Bu sanata gönül vermiş bir baba-oğul… Keleş’ler. Tünel’de 1999 yılına kadar kalmışlar, sonra dükkân el değiştirince Galata’ya gelmişler. İyi ki gelmişler çünkü bölgeye ayrı bir hava vermişler.
Galata Kulesi’nin giriş kapısının karşısındaki yokuştan aşağı doğru inerken tam karşımda gördüm bu dükkânı. Dış görünüşünden cazibesine kapılıyor insan ve adımları ister istemez oraya doğru yöneliyor. Ben de öyle yaptım. Aynı cazibe beni içeride de sarmalına aldı. Her objeyi ayrı ayrı inceledim, renk cümbüşü içinde kayboldum. Zarafeti gördüm, dinginliği yaşadım.
HERŞEY AŞK İÇİN… Dükkânın ismi. Eser Pınar Basralı yaratıcısı. İlk dükkânı Bebek’te açmış, ikincisi de Galata’da. Küçük bir kartvizitte şöyle yazıyor; ‘1870’lerin sonlarında Mardin’de başlayan lezzet serüvenimiz İstanbul’da ‘Herşey Aşk İçin’ merkezi altında devam ediyor. Geleneksel yöntemlerle ürettiğimiz, hiçbir katkı maddesi ve yağ içermeyen, sizi gülümsetecek hafiflikteki badem, fıstık, ceviz ezmeleri ve lokum çeşitlerimizi dünyanın dört bir yanından topladığımız rengarenk objeler, masal kahramanları ve evrensel simgelerle tasarladığımız kutularımızda beğenilerinize sunuyoruz.’
Dükkândan çıkıyorum ve yoluma devam ediyorum, biraz yoruldum biraz da acıktım galiba ama ruhum doygun. Son beş yıldır İstanbul’a her geldiğimde, yaz kış demeden gittiğim bir mekâna götürmek istiyorum sizleri ve günü orada noktalamak istiyorum.
Konak Cafe; Zamanında Yahudilerin oturduğu 110 yıllık bir apartmanın en üst katında yer alıyor. Yedi yıl önce başlanan tadilat iki yıl sürmüş ve aslına uygun olarak yapılmış. Alt kapıdan girdiğinizde sizi karşılayan mermer merdivenlerin kırılmış, aşınmış yerlerine bile dokunmamışlar. Artık pek kalmayan, zamanında Ermeni ustaların yaptığı renkli yer çinileri hala ilk günkü gibi parlıyor. Merdiven tırabzanlarında, art-deko tarzı demirle ahşabın birlikteliğinin ihtişamını görüyorsunuz. Ahşap asansörle yukarı çıkarken eskinin kokusu geçmişe götürecek kadar kuvvetli ve vazgeçilmez oluyor. Kışlık salonda yanan şöminenin başında oturmak, ilk çayı içerken cam kenarına konulmuş iki berjer koltuğa bakarken, “acaba bu koltuklara kimler oturmuş, neler konuşmuştur?” diye düşünmek geçmişime yakınlaştırıyor beni. Yukarıya terasa çıkıyorum… Hava soğuk ve hafif puslu ama benim gibi o manzaradan vazgeçemeyen müdavimler, üzerlerinde paltoları, montlarıyla oturmuş çay ve kahvelerini içiyorlar. Bir tarafta Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii ve Haliç. Diğer tarafta Boğaz Köprüsü, Anadolu Yakası ve Haydarpaşa, arkanızda ise tüm ihtişamıyla Galata Kulesi… Ruhunuz ve bedeniniz tarihin kolları arasında mutlu, mekânın sürekli sahipleri olan martıların çığlıkları kulaklarınıza ilahi bir müziğin nağmeleri gibi geliyor. Bu günümü daha da unutulmaz yapmak istiyorum. Garsona, “yemeğimle beraber bir kadeh kırmızı şarap getirir misiniz?” diyorum ve gözlerimi bu muhteşem görüntüye kilitliyorum.