Ohannes Kılıçdağı/AGOS
İsrail'in 7 Ekim’den bu yana Gazze’de yürüttüğü katliam ve etnik temizlik politikasına ABD’den sonra en büyük desteği veren devletlerden biri, belki de birincisi Almanya’dır desek herhâlde yanlış olmaz.
“SUÇLULUK TAŞERONLARI...”
Bunun neden böyle olduğunu, tarihsel ve sosyopsikolojik arka planını anlamak için faydalı bir kitaptan bahsetmek istiyorum bu hafta: Esra Özyürek’in, bildiğim kadarıyla henüz Türkçeye çevrilmemiş, ‘Subcontractors of Guilt: Holocaust Memory and Muslim Belonging in Postwar Germany’ [Suçluluk Taşeronları: Savaş Sonrası Almanya’da Holokost Hafızası ve Müslüman Aidiyeti] başlıklı kitabı. Aslında kitabın konusu Almanya’nın İsrail veya Filistin politikası değil. Kitap özet olarak Holokost’a, Holokost sırasında işlenen korkunç suçlara dair hafızanın, bu suçlar için nedamet getirmenin ve antisemitizmle mücadelenin İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman kimliğinin omurgası hâline geldiğinden ve 2000’li yıllarda Almanya’daki Müslüman toplulukların bu anlatının çeperinden merkezine doğru kaydığından, daha doğrusu kaydırıldığından bahsediyor. (Burada ‘Müslüman’ ifadesini dindarlık veya İslamcılık olarak değil kimliğin nominal nitelemesi olarak anlamak lazım.)
Özyürek’in bu çalışmasının arkasında uzun süreli ve derinlemesine bir araştırma süreci var. Özyürek, beş yıl boyunca gözlemci olarak çeşitli eğitim programlarına, seminerlere, tarih derslerine, tiyatro oyunları gibi performanslara, toplama kampı gezilerine katılmış, derinlemesine mülakatlar yapmış. Böylece ortaya verilerle desteklenen, kuvvetli ve ikna edici bir metin çıkmış.
Rene Magritte'in Terapist adlı tablosu...
“TEMEL DEĞERLERİ BENİMSEYEMEDİLER...”
Dediğim gibi, Holokost’u, Holokost sırasında Yahudilere karşı işlenen korkunç suçları bilmek, hatırlamak, kurbanla empati yapmak ve tüm bunlardan demokrasiye dair gerekli dersleri çıkarmak, İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman kimliğinin temel özelliği hâline geliyor. 2000’li yıllara kadar ülkedeki göçmen kökenli Müslüman topluluklar ‘dışarlıklı’ ve ‘alakasız’ olarak nitelendirilerek bu hafızanın dışında tutuluyor. Fakat 2000’lerde, bu toplulukların, Holokost hafızası ve antisemitizm karşıtı bilinci taşımadıkları için Alman demokrasisinin temel değerlerini benimseyemedikleri, dolayısıyla o demokrasi için risk oluşturdukları kanaati yaygınlaşıyor. Bu değerleri ve bilinci onlara kazandırmak için gerek federal, gerek yerel, gerek sivil toplum örgütleri eğitim programları, atölyeler, hatta hafıza mekânına çevrilmiş Nazi toplama kamplarına geziler düzenliyor. Genç Müslümanlardan beklenen, savaştan sonraki Alman kuşaklarının izinden giderek geçmişi, babalarını, dedelerini sorgulamaları, onların yanlışlarını reddetmeleri, böylece ‘gerçek’ Almanlara dönüşmeleri.
Rene Magritte'in bir tablosu...
“KENDİ KENDİNİ KURBANLAŞTIRMA...”
Özyürek, bu yaklaşımın iç çelişkilerini, yetersizliklerini, yanlışlıklarını da gayet isabetli biçimde ortaya koyuyor. Örneğin, bu genç kuşak Müslümanlardan beklenen, Alman toplumuna entegre olmaları ama kendi problemlerini kendi başlarına çözmeleri. Onlardan Yahudi kurbanlarla empati kurmaları beklenirken, bugün Alman toplumunda karşılaştıkları ayrımcılık dolayısıyla kendileri için empati talep etmelerine müsaade edilmiyor veya olumlu bakılmıyor. Özyürek, gene çok yerinde bir tespitle, Alman kamu otoritelerinin ve sivil toplum örgütlerinin bu topluluklar hakkında hüküm verirken, gerek Almanya’daki, gerek Ortadoğu’daki mevcut durumu, Müslüman toplulukların geçmiş ve bugünkü tecrübelerini göz ardı ettiğini söylüyor. Örneğin, bu programları yürüten uzmanlara göre Filistinlilerin ve Arapların sergilediği antisemitizmin temelinde, kendilerini yanlış bir imajinasyonla, İsrail’in ve Batı’nın kurbanları olarak görmeleri vardır. Buna ‘kendi kendini kurbanlaştırma’ adını veriyorlar. Hâlbuki, Özyürek’in de dediği gibi bu hükmü verirken bu insanların yaşadığı siyasi ve sosyal bağlamı, Filistinlilerin evlerini terk etmek zorunda bırakıldıklarını, kırılgan koşullarda yaşadıklarını ve ayrımcılığa uğradıklarını görmezden geliyorlar.
Rene Magritte'in O KONUŞMUYOR adlı tablosu...
“DEMOKRASİNİN ÖNŞARTLARINDAN BİRİDİR YÜZLEŞMEK...”
Bu kitap bize şunu da gösteriyor: Alman devleti ve toplumu İkinci Dünya Savaşı sonrası antisemitizmle mücadeleye duygu, emek ve para anlamında o kadar büyük yatırım yapmış ki, bugün artık onlar için Yahudilikle özdeşleştirdikleri, eşitledikleri İsrail’i eleştirmek çok zor. Bu onlar için eski hortlakları diriltmek, eski kâbusları tekrar görmek gibi bir şey. Holokost kâbusu ve sonraki kuşaklar boyunca yaşadıkları katarsis hâli algılarını, muhakemelerini bulandırmış. Evet, her zaman söylediğimiz gibi, tarihle, geçmişin kollektif suçlarıyla yüzleşmek demokrasinin önşartlarından biridir. Dün de böyleydi, bugün de böyle. Fakat, Özyürek’in bu kitabı, her ne kadar birincil sorunsalı bu olmasa da bize tarihle yüzleşmenin olası risklerini, sapmalarını gösteriyor. Tabii, bunu nasıl yaptığının ayrıntılarını bu yazıda açıklamak mümkün değil. İlgilenenlerin kitabı okumasını tavsiye ederim. Umarım en kısa zamanda Türkçe olarak da yayımlanır.
(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 9.8.2024)
“Sırtında cesetle koşmak ve kâbuslarımızın kaynağı...”
Gökçer Tahincioğlu/T24
Hıristiyan babası öldükten sonra Yahudi annesiyle birlikte yaşamaya başlayan genç kadın, yasal düzenlemeler hazırlanırken tedirgindi.
Babasından dolayı Hıristiyan kabul edilmesi mümkündü elbette ama kimse getirilecek yeni düzenlemelerin nelere yol açacağını kestiremiyordu.
Yasallık, yapılan her kanlı ve kötücül eylemin kılıfı haline geliyordu. Bir yasa varsa ve yürürlükteyse, o yasaya uygun davranmanın kötü bir tarafı yoktu.
Korktuğu oldu.
Getirilen yeni düzenlemeye göre artık “melez” kabul ediliyordu.
Bu Yahudi sayılmadığı için kendisine kısmi bir koruma sağlasa da her an dışlanmasına ve çeşitli eylemlere maruz kalmasına yol açabilecek bir sonuçtu. Rüyalar görmeye başladı, daha doğrusu kabuslar:
-Annemle dağlara doğru gidiyoruz. Annem, “Yakında hepimiz dağlarda yaşamak zorunda kalacağız” diyor. “Sen kalabilirsin ama ben kalmayacağım” diye yanıt veriyorum. Bir yandan ondan nefret ediyorum. Bir yandan böyle davrandığım için kendimden tiksiniyorum.
-Annemle birlikte kaçmak zorunda kalmışız. Deliler gibi koşuyoruz. Annem daha fazla koşamayacak hale gelince onu sırtıma alıp koşmaya devam ediyorum. Annemin ağırlığı altında koşmaya çalışırken çok büyük ıstıraplar çekiyorum. Aradan epey bir süre geçtikten sonra fark ediyorum ki meğer bunca zaman sırtımda bir cesetle koşuyormuşum. O anda korkunç bir rahatlama hissi beni ele geçiriyor.
Melez kadının bu rüyaları gördüğü 1936/37 yıllarında Almanya’da henüz Yahudilerin sınır dışı edilmesi akıllardan geçen bir ihtimal bile değildi. Restoranların kapılarına Yahudilerin giremeyeceğine dair yazılar yazılmamıştı ve toplama kampları henüz kurulmamıştı.
Tıpkı o günleri yaşayan bir halkın, bugün bir halkı bütünüyle ortadan kaldırmak için her şeyi yapabileceğinin akla gelmemesi gibi.
İsrail’in Gazze’de yaptıklarının, çocuk, kadın, sivil demeden yüzbinlerce insanı bilinçli ve zalim bir biçimde katletmesine dünyanın göz yumacağının akla gelmemesi gibi…
***
Seyhan Belediyesi’nin Meclis toplantısında, MHP’li Meclis üyesi Şehmus Uçar, gündem dışı söz alarak konuşuyor:
“Ben burada MHP'yi temsil ediyorum. Bilesiniz bunu. Konuşmalarınıza siz dikkat edeceksiniz. Tahammül sınırlarımızı aşmayın. Biz Ülkü Ocakları'ndaki arkadaşlarımızı burada misafir edersek Seyhan Belediyesi'nde girecek yeriniz kalmaz."
Herkes şaşkın.
Daha sonra sözlerini, “Onlar da bizim gençlerimiz” diye savunmaya kalkıyor ama neyle tehdit ettiği açık…
Ankara’nın göbeğinde öldürülen Sinan Ateş cinayeti ile ilgili olarak dosyaya yansıyan ve yansımayan bilgileri haberleştiren gazetecilerin tehdit edilmesi gibi…
Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı’nın, gazetecileri etiketleyerek, “Bizler AB ve ABD fonlarının doldurduğu dolma kalemler değiliz, bizler kurşun kalemleriz. Kurşun kalemlerin de bir gün galip geleceğini mutlaka göreceksiniz!” ifadelerini, ‘kurşun’ vurgusuyla paylaşıp, sonradan paylaşımını silmesi gibi.
Ama zaten gazetecileri tehdit edenlere ne oluyor ki?
Evleri basan, gazetecileri dövdürten, mahrem bilgileri emniyetten alanlar ortaya çıkıyor da ne oluyor?
İtiraflar neye yarıyor?
Bir tane savcı, bir tekini soruşturuyor mu bunların, elbette hayır.
Ama bir korku iklimi yavaş yavaş böyle yeşeriyor.
Tehdit, şiddet ve hakaretle…
***
İnanç, din, dil, ırk, coğrafya fark eder mi?
Bıktırıcı derecede çok filme konu olmuş Auschwitz, yine de bunun örneği.
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, fabrikaların ihtiyaç duyduğu 100 bin zorunlu işçi-köle ihtiyacını karşılamak üzere, ihaleyle ancak gizli inşa edilmiş Polonya’daki bu toplama kampını rehberle gezmek istiyorsanız parayla bilet almanız gerekiyor.
Kapıdaki “Çalışmak Özgür Kılar” yazısını bilmeyen yok. Sadece burada değil, bütün toplama kamplarının girişinde bu slogan yazılı…
Yabani otlar, insan küllerinin üzerinde yeşermiş, hiç bilmeseniz, şirin bir kasabaya geldiğinizi düşünebilirsiniz.
Başta kölelik için kurulan toplama kampı, sadece bir yıl sonra, Yahudiler, Çingeneler, eşcinseller ve Nazi muhaliflerinin imha merkezine dönüşmüş. Yapılanların mutlak gizli tutulması kaydıyla, kampın içerisinde imha merkezleri kurulması kararlaştırılmış. Ve bizzat orada tutulanlara yaptırılmış bu merkezler.
Kamp iki bölümden oluşuyor. İlk kamp alanı yetersiz gelince, imha amaçlı ikinci kamp alanı oluşturulmuş. Bu kampın ortasında demiryolu var. Kafileler, önce kadınlar ve erkekler olarak ikiye ayrılıyormuş tren geldiğinde. Ardından Yahudiler, hastalar, yaşlılar, çocuklar, çalışamayacak durumda olanlar tasnif ediliyormuş.
Sol tarafa ayrılanlara kampta yer yok. Biraz sonra duş alacakları söylenerek gaz odasına sokulacaklar. Ölenler hemen yanda yakılacak.
Küllerin bir bölümü sabun, bir bölümü gübre olacak. Kadınların saçlarından yapılmış kumaşlarla şık takımlar dikilecek.
Kalanların bir bölümü kampta çalıştırılırken ölecek… Çocukların bir bölümü deneylerde öldürülecek.
Üç katlı ranzalarda, 400 kişinin kaldığı koğuşlarda hastalıktan ölecek bazıları. Bazıları tedavi edileceği düşüncesiyle gittikleri klinikte… Bir bölümü kıtlık odalarında, bir bölümü bir Nazi subayının odasında, tecavüz edilerek. Firara kalkışanların koğuşundakiler de kurşuna dizilecek.
Bu kapıdan girenlerin çok azı hayatta kalacak.
Kampta tüm bunların sonuçlarını görmek mümkün. Tonlarca kadın saçı, ayakkabılar, iskeletler, gözlükler…
Toplama kampı, Avrupa’nın dört yanından insan taşınabilecek bir noktaya inşa edilmiş. Ne büyük buluş…
Harita üzerinde insan taşınan ülke sayısını görünce şaşıyorsunuz. Hiç mi ders almaz insan?
Ve kurşuna dizme duvarı.
Kampın Nazilerden kurtarıldığı gün bile 70 kişi bu duvarın önünde kurşuna dizilmiş… Ne büyük heves…
Auschwitz’i görmeden önce ya da gezerken, zaten bunların tümünü gördüğünüzü düşünüyorsunuz.
Ancak sonrasında, o yeşilliklerin ortasında durup rüzgârın sesini dinlerken insanın utanmazlığını ve unutkanlığını fark edip, yapabileceklerini yeniden düşünerek, şimdi olanlar için, Gazze’de ölenler için, açlıktan ölenler için, katliam çağrıları için, üstün ırk sloganları için, yeni bir dünya savaşını çağıranlar için yeniden utanıyorsunuz.
***
Auschwitz toplama kampı...
Niğde’de yavru köpekler, acı içerisinde öldürülerek, toplu bir mezara gömüldüler.
Kedilerin kafası kesildi bir başka kentte…
Bir başka kentte baba ve oğul park tartışmasında öldürüldü.
O sırada binlerce insanın üzerine bombalar atıldı.
Birileri, başka insanların ölümünü kutladı.
Aynı anda birileri, başkaları konuşamasın diye yeni bir yasa çıkarttı.
Birileri, kalabalığın gücüne sığınıp birilerini tehdit etti.
Durmaksızın devam ettiler… Ve hep haklıydılar…
Ve rüyaları bile işgal ettiler.
***
Haftanın kitabı: Rüyaların Üçüncü Reich’ı...
Yazının başındaki rüyalar, 2. Dünya Savaşı öncesinde, Almanya’da yaşayan ve “melez” sayılan bir kadına ait. İletişim Yayınları’ndan “Faşizm İncelemeleri” serisi altında çıkan, Charlotte Beradt’ın kaleme aldığı, Türkçeye Aslı Önal tarafından çevrilen kitapta, büyük savaş öncesinde insanların gördüğü rüyalar anlatılıyor.
Yazar, o dönemde çıkartılan yasalar, baskı iklimi, Naziler’in eylemleri nedeniyle insanların gördüğü rüyaları araştırmış ve bu rüyalar üzerinden totaliter rejimlerin insan psikolojisinde yarattığı etkileri incelemiş. Beradt, kitabında, terzisinden, komşusundan, teyzesinden, sütçüsünden, arkadaşlarından dinlediği, Nazi döneminde görülen rüyaları aktararak, yorumluyor. Bugün görülen kabusları da aydınlatabilecek bu çalışmayı, 1962’de kitaplaştırmış. Ve kitabın arka kapağında belirtildiği gibi, kitap, bugün, her zamankinden daha güncel.
(T24 – Gökçer TAHİNCİOĞLU – 8.8.2024)