İğdelerin içinden dağılan ışık demeti topraktaki gölgelere karışıyor, ılık bir meltem alınlarımızı öpüyor, çocuk sesleri yumuşak bir melodiye dönüşerek göğe yükseliyordu.
Reçine kokulu bir ağaca gövdesini yaslayan - o günün belleğinde - yaşlıca hadememiz bizi çevresine toplamış masallar anlatıyordu.
Bir vardı…
Bir yoktu…
Savaşın ardından göçmüş çocuklardık ve bunu bilmiyorduk; kentinden, evinden, okulundan kaçırılmış başka çocukların yerlerine konmuştuk.
Bunu da bilmiyorduk çünkü kimse anlatmamıştı.
***
“Gavrın gavrın gavrıncık” diye avuç içimde gezinen parmakları biraz tebessüm, biraz ürpertiyle anımsıyorum.
Sahi “gavrın” ne demek?
Hiç sormadım.
Belki de Rumcadan kalma bir sözdü.
Eğer öyleyse bugünün maşaları - Kıbrıs’a ait değerleri hınçla ve hırsla hayattan kazımak üzerinedir yeminleri - mutlaka değiştirirler.
“Kavun kavun kavuncuk” olur, kim bilir (!)
***
Tam da şimdilerin dramını anımsatan bir tekerleme parmaklarımıza tutunmuştu.
O zamanlar anlamadık.
(…)
Gavrın gavrın gavrıncık
Ortasında havızcık
Bu tuttu,
Bu kesti
Bu pişirdi,
Bu yedi,
Bu da geldi
“Hani bana, hani bana” dedi.
(…)
***
Hayatın kanunu tutanlar, kesenler, pişirenler ve yiyenler üzerinden ilerledi.
Birileri “hani bana hani bana” diyen puslu gözlerle baktı; olabildiğince yoksul, yoksun, yorgun…
Yüzleşme yerine yüzsüzleşmenin çoğaldığı, aşkın öğüren bir boşalmaya dönüştüğü, ilişkilerin olabildiğince yavanlaştığı bu uçurum, belki de o çocukların kovulmasıyla derinleşti, onlardan geriye kalan toprağın ve nesnelerin arsızca paylaşılmasıyla büyüdü.
Bir yurt kendini kaybetti.
***
Yan yana yaşıyoruz.
Ayrı ayrı…
50 sene olacak yakında…
Yarım asır…
Eskiye bakıyoruz, çocukluğumuz bizi avutuyor.
Geleceğe bakıyoruz, ışıklar kapanıyor.
***
Uzaklarda ne parıltı var, ne de reçine kokusu…