Geleceğe bakıyoruz, ışıklar kapanıyor

Cenk Mutluyakalı

İğdelerin içinden dağılan ışık demeti topraktaki gölgelere karışıyor, ılık bir meltem alınlarımızı öpüyor, çocuk sesleri yumuşak bir melodiye dönüşerek göğe yükseliyordu.
Reçine kokulu bir ağaca gövdesini yaslayan - o günün belleğinde - yaşlıca hadememiz bizi çevresine toplamış masallar anlatıyordu.

Bir vardı…
Bir yoktu…

Savaşın ardından göçmüş çocuklardık ve bunu bilmiyorduk; kentinden, evinden, okulundan kaçırılmış başka çocukların yerlerine konmuştuk.
Bunu da bilmiyorduk çünkü kimse anlatmamıştı.

***

“Gavrın gavrın gavrıncık” diye avuç içimde gezinen parmakları biraz tebessüm, biraz ürpertiyle anımsıyorum.

Sahi “gavrın” ne demek?
Hiç sormadım.

Belki de Rumcadan kalma bir sözdü.
Eğer öyleyse bugünün maşaları - Kıbrıs’a ait değerleri hınçla ve hırsla hayattan kazımak üzerinedir yeminleri - mutlaka değiştirirler.

“Kavun kavun kavuncuk” olur, kim bilir (!)

***

Tam da şimdilerin dramını anımsatan bir tekerleme parmaklarımıza tutunmuştu.
O zamanlar anlamadık.

(…)
Gavrın gavrın gavrıncık
Ortasında havızcık

Bu tuttu,
Bu kesti
Bu pişirdi,
Bu yedi,

Bu da geldi
“Hani bana, hani bana” dedi.
(…)

***
 

Hayatın kanunu tutanlar, kesenler, pişirenler ve yiyenler üzerinden ilerledi.

Birileri “hani bana hani bana” diyen puslu gözlerle baktı; olabildiğince yoksul, yoksun, yorgun…

Yüzleşme yerine yüzsüzleşmenin çoğaldığı, aşkın öğüren bir boşalmaya dönüştüğü, ilişkilerin olabildiğince yavanlaştığı bu uçurum, belki de o çocukların kovulmasıyla derinleşti, onlardan geriye kalan toprağın ve nesnelerin arsızca paylaşılmasıyla büyüdü.
Bir yurt kendini kaybetti.

***

Yan yana yaşıyoruz.
Ayrı ayrı…
50 sene olacak yakında…
Yarım asır…
Eskiye bakıyoruz, çocukluğumuz bizi avutuyor.
Geleceğe bakıyoruz, ışıklar kapanıyor.

***

Uzaklarda ne parıltı var, ne de reçine kokusu…