Ödül Aşık ÜLKER
CTP Milletvekili ve Kadın Örgütü Başkanı Doğuş Derya, Annan Planı sürecinin, AB, demokratikleşme, özgürleşme, Kıbrıslı Türklerin uzun süredir maruz kaldığı izolasyonun son bulması ve dünyadan koparılma politikalarına son verme umudunun çok canlı olduğu bir dönem olduğunu vurgulayarak, şimdi gelecek umudunun tamamen kaybedildiği bir ortamın olduğunu söyledi.
“O dönemde hem ekonomik kalkınma, hem de sosyal ve kültürel gelişim anlamında yarattığımız ivmeyi yeniden yaratmak için sadece Türkiye’de değil, Kıbrıs’ın kuzeyi ve güneyinde de ciddi bir değişikliğe ihtiyacımız var” diyen Derya, yürütülen müzakere süreçlerinde, üstünde aşama kaydedilmiş federasyonu gerçekleştirmek için, hemen her şeyin tamamlanmış olduğunu ve kalan başlıklar üzerinde çalışarak sorunun kısa vadede çözümlenebileceğini belirtti.
Annan Planı Referandumu’nun 19’uncu, geçiş noktalarının açılmasının 20 yıl dönümünde, 20 yıllık süreci ve Brüksel’de son yaptıkları temasları Yenidüzen’e değerlendiren Derya, toplumun yarısını oluşturan kadınların erkekleri ikna etmek ve müzakere masasına dahil olmakla ilgili uğraşmak yerine, kendi bütünlüklü çözüm anlaşmasını yazacağı bir kongre düzenlemesi gerektiğine dikkat çekti.
BMGK’nın 2000 yılında kabul edilen 1325 sayılı kararında, çatışma yaşayan toplumlarda kadınların müzakere süreçlerine dahil edilmesi gerektiğinin söylendiğine de dikkat çeken Derya,
“Toplumun yarısıyız, güneyde de kuzeyde de, gelecek nesilleri doğuruyoruz; yaşanan her ekonomik, sosyal ve siyasi süreç bizi doğrudan etkiliyor ama süreçlerin hep dışındaymışız gibi yaklaşılıyor” dedi.
Kıbrıslı kadınlar olarak çözümsüzlük sürecinden nasıl etkilendik?
Soru: Avrupa’nın farklı ülkelerinde seçilen milletvekillerinin oluşturduğu AP Radikal Sol Grup’un davetiyle geçtiğimiz günlerde Brüksel’de, “Barış ve güvenliğe cinsiyet boyutunun entegrasyonu için dönüştürücü bir vizyon” konulu panelde konuşma yaptınız. Kadının anlaşmazlıkların çözümündeki rolünün önemi nedir?
Derya: Uluslararası ilişkiler disiplini, diğer birçok sosyal bilim alanı gibi, uzunca bir süre erkek egemen bir disiplin olarak kaldı… Uluslararası ilişkiler literatüründe, güvenlik anlayışı gibi barış meselesi de oldukça erkek egemen bir yerden, daha ziyade militarist terimlerle, devletlerin kendi aralarında yapmış oldukları askeri antlaşmalar, silahlanma, sahip oldukları mühimmat kapasitesi ve silah gücü üzerinden tanımlanageldi. Halbuki, uluslararası ilişkiler içerisinden barış, güvenlik, uluslararası diplomasi anlayışını genişleten çok ciddi bir feminist literatür de var. Feminist akademisyenlerin 1990’lı yıllardan beri yaptığı müdahaleler ile toplumsal cinsiyet perspektifinden yeniden tanımlanan bir güvenlik anlayışı, gerek müzakere sürecini, gerekse şu anda içinde bulunduğumuz bölünmüşlük koşullarını da yeniden tanımlıyor. Askeri güvenlik ve garantörlük anlayışıyla değil, tam tersi toplumların birbirleriyle kurmuş oldukları süregelen güven ilişkisi ve toplumların kendi içinde yaşamakta oldukları çeşitli sosyal meselelerin gündeme getirilmesini gerekli kılıyor.
Kıbrıslı kadınlar olarak biz çözümsüzlük sürecinden nasıl etkilendik? Savaşta yaşananlar, elbette hepimizi etkileyen bir tarihsel arka plan yaratıyor ama, geleceği nasıl inşa edeceğimizle ilgili biz kadınlar ne düşünüyoruz? Konferans da aslında bu minvalde düzenlendi.
Biliyorsunuz, Niyazi Kızılyürek AP milletvekili olduktan sonra, sadece Avrupa’nın değil, aynı zamanda Kıbrıs’ın hem kuzeyinin, hem de güneyinin gündemlerini AP’ye taşımaya çalışan bir vekil olarak performans gösteriyor. Bugüne kadar çok çeşitli heyetler, gençler, sanatçılar Brüksel’de misafir edildi. 8 Mart dolayısıyla, Niyazi Kızılyürek ve AKEL’in aldığı inisiyatifle, AP binasında bir konferans düzenlendi ve davet de bunun üzerine geldi. Panelde ben, İrlanda AP Milletvekili Clare Dali, Toplumsal Cinsiyet Teknik Komitesi üyesi akademisyen Maria Hadjipavlou ve POGO Başkanı Skevi Koukouma da konuşma yaptı. Ayrıca kuzeyden giden heyette farklı sivil toplum örgütlerinden ve siyasi partilerden kadın arkadaşlar da vardı.
“Kadınlar müzakere süreçlerine dahil edilmeli”
BMGK’nın 2000 yılında kabul edilen 1325 sayılı kararı, çatışma yaşayan toplumlarda kadınların müzakere süreçlerine dahil edilmesi gerektiği söyler. Bu doğrultuda, benim de bir dönem içinde bulunduğum, Toplumsal Cinsiyet Danışma Kurulu’nun oluşturduğu çeşitli önermeler vardı. Hatta, Ban Ki-Moon BM Genel Sekreteri iken bu çalışmalar BM raporlarına girmişti. Bu çalışmaların meyvesini, ilk defa 2015 yılında, Anastasiades-Akıncı görüşmeleri devam ederken kurulan Cinsiyet Eşitliği Teknik Komitesi’nde aldık. O dönemde, müzakere sürecine dahil olabilecek çeşitli öneriler yaptık. Federal bir devlet kurulduğu zaman, toplumsal cinsiyet bakış açısıyla anayasa nasıl olmalı, federal birimler nasıl olmalı gibi... Gerçi bunlar masaya çok yansıtılmadı. Bununla ilgili, gerek başkanların, gerekse Cinsiyet Eşitliği Teknik Komitesi’nin çalışmalarını koordine eden arkadaşların ciddi bir özeleştiri yapması gerekiyor. Kısacası istediğimiz sonucu alamadık.
“Kadınlar olarak kendi bütünlüklü çözüm anlaşmamızı yazmalıyız”
Biz kadınların, artık belki de, erkekleri ikna etmek ve müzakere masasına dahil olmakla ilgili uğraşmak yerine, kendi bütünlüklü çözüm anlaşmamızı yazacak bir kongre düzenlememiz gerekiyor. Toplumun yarısıyız, güneyde de kuzeyde de, gelecek nesilleri doğuruyoruz; yaşanan her ekonomik, sosyal ve siyasi süreç bizi doğrudan etkiliyor ama süreçlerin hep dışındaymışız gibi yaklaşılıyor. O yüzden, kadınlar olarak, barış ve ülkemizle ilgili ilk söz hakkına sahip olanlardan biriyiz. Brüksel’deki panelde bu gibi konuları konuştuk.
“AB’nin, Kıbrıslı Türk toplumu için yapabileceklerinin genişletilmesini istedik”
Soru: CTP Kadın Örgütü olarak, Brüksel’de faaliyet gösteren çeşitli siyasal gruplar ve siyasilerle de görüştünüz. Bu görüşmeleri yapma amacınız neydi ve görüşmelerde hangi konulara dikkat çektiniz?
Derya: Görüşme isteğimizin nedeni, Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünün adanın kuzeyini nasıl etkilediğini anlatmak, Kıbrıslı Türk toplumunun çok farklı sosyal kesimlerinin maruz kaldığı ekonomik, siyasi ve kültürel sorunları paylaşmak ve bu bağlamda AB’nin yapabileceği açılımlar konusunda görüş alışverişinde bulunmaktı.
AP milletvekili, Dış İlişkiler Komisyonu İnsan Hakları Koordinatörü ve Türkiye Daimi Raportörü Nacho Sánchez Amor ile görüştük. Sanchez’in yoğun programından zaman ayırıp bize randevu vermesi oldukça önemliydi. Yaklaşık bir saate yakın bir görüşme yaptık. Sanchez ile yaptığımız görüşmede, çözümsüzlüğün Kıbrıs Türk toplumunu ekonomik, sosyal ve kültürel olarak nasıl etkilediğini anlattık. Ayrıca AB’nin, Kıbrıslı Türk toplumu için yapabileceklerinin genişletilmesini istedik. Örneğin, AB ülkelerinde eğitim için Kıbrıslı Türk gençlere sağlanan bir takım bursları var, bu burs olanakları şu anda çok yeterli değil. Bunun mümkün olduğunca genişletilmesini sağlamak konusunda destek istedik. Çünkü gençlerimiz, bırakın döviz bazında okuma şansına sahip olmayı, Türkiye’de bile eğitim alırken zorlanıyorlar. Bu anlamda bursların genişletilmesinin önemli olabileceğini söyledik.
“Ara bölgede maç yapabilme olanakları sağlanabilmeli”
İsias Otel’de kaybettiğimiz çocuklarımızın acısı dinecek bir acı değil. Bizim şampiyon çocuklarımız niye sadece Türkiye’de maç yapabiliyor? Adanın kuzeyi, AB müktesebatının askıya alındığı bir AB toprağıdır. Dolayısıyla AB süpervizyonunda, adanın kuzeyinde ve güneyinde şampiyon olan takımların, ara bölgede maç yapabileceği olanakların sağlanabilmesi, çocukların sportif ve kültürel faaliyetlerinin finanse edilebilmesi için, çeşitli projeler aracılığıyla desteklenmesi gibi konuları konuştuk.
“İklim Krizi ile mücadelede adanın güneyine verilen destek, kuzeye de sağlanmalı”
Küresel İklim Krizi ile mücadele amacıyla adanın güneyine verilen finansal ve teknik desteğin, adanın kuzeyindeki yerel otoritelere de sağlanmasının, “Green Deal” çerçevesinde atılacak adımlara önemli bir katkı olacağının altını çizdik. Eğer ada bir ise ve aynı coğrafyada yaşıyorsak, ekolojik kriz kuzeyi de etkiliyor. Enerji krizinin bu kadar derinleştiği ve kendi enerji üretimimizin Türkiye’deki şirketlere devredilmeye çalışıldığı bir dönemde, AKSA gibi bizden aldığı paralarla zengin olmuş şirketlere enerji üretimimizi devretmek yerine, AB’nin geri dönüşüm, yeşil enerjiye geçiş, alternatif enerji kaynaklarının yaratılması ve doğamızı korumak bağlamındaki desteklerinden faydalanmakla ilgili taleplerde bulunduk.
Sanchez ile, toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili yaşadığımız muhafazakarlaştırma politikalarını, özellikle dini istismar eden Ahmet Ünsal gibi kişiler aracılığıyla yürütülen kültürleme politikalarını, kadın ve LGBTİ haklarının bunlardan nasıl etkilendiğini anlattığımız geniş spekturumlu ve verimli bir toplantı yaptık.
“Yükselen muhafazakarlaşma politikalarının etkilerini konuştuk”
Soru: Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu yetkilileri ile de bir görüşmeniz oldu. Bununla ilgili de bilgi verir misiniz?
Derya: AP Yeşiller Grubu, Kadın Hakları ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Danışmanları Myrthe Bovendeaard, Laura Antón Montero ve Griselda Ballester Tataret ile görüştük. Sanchez’le yaptığımız görüşmede gündeme getirdiğimiz konulara çok benzer konuları onlarla da paylaşıp, Avrupa’da, dünyada ve Kıbrıs’ta yükselen muhafazakarlaşma politikalarının ve otoriterleşen rejimlerin kadın, çocuk ve LGBTİ haklarını nasıl etkilediğini teferruatlı şekilde konuştuk.
“Çocuklar dünyaya gelirken, annelerini ve babalarını seçemiyorlar”
Soru: Temaslarınızda karma evliliklerden doğan çocukların kimlik ve haklarını alma konusunda yaşadığı sorunları gündeme getirdiğiniz de basına yansıdı. Bu konuda ne tür geri dönüşler oldu?
Derya: AB’nin üzerine inşa edilmiş olduğu çok temel bazı haklar vardır. Bunlar, insanların etnik kökeni, doğum yeri veya ebeveynlerinin etnik kökeni dolayısıyla ayrımcılığa maruz kalmamasını gerektirir. Çocuklar dünyaya gelirken, annelerini ve babalarını seçemiyorlar. İnsanlar, günümüzde, iş, eğitim veya evlilik dolayısıyla ülke değiştiriyorlar. Ebeveynlerinden biri Kıbrıslı olmadığı için çocuklara yurttaşlık verilmemesinin ciddi bir insan hakkı ihlali olduğunu teslim etmek gerekiyor. Niyazi Kızılyürek de zaten bu konuyu AP’de defalarca gündeme getirdi, görüştüğümüz kişiler konudan haberdardı. Bu mücadelede, kendini duyurmak isteyen sesin duyulmasına yardımcı olmalarını rica ettik. Çocukların alacağı bu yurttaşlık hakkı, aslında kendini AB içinde gören, orada eğitim almak isteyen, insan haysiyetine uygun bir yaşamı kurgulamak isteyen insanların mücadelesidir. Buna kayıtsız kalmamaları gerektiğini vurguladık, bu mücadeleyi parti olarak destekliyoruz.
“Annan Planı süreci, umudunun çok canlı olduğu bir dönemdi”
Soru: Annan Planı Referandumu’nun 19’uncu ve geçiş noktalarının açılmasının 20 yıl dönümü… Son 20 yılda nereye geldik?
Derya: Annan Planı süreci, AB, demokratikleşme, özgürleşme, Kıbrıslı Türklerin uzun süredir maruz kaldığı izolasyonun son bulması ve dünyadan koparılma politikalarına son verme umudunun çok canlı olduğu bir dönemdi. O dönemde, yurtdışında okuyan Kıbrıslı Türkler, “artık Kıbrıs sorunu çözülüyor, ülkemiz AB’nin bir parçası olacak” diye düşündükleri için, yani bir gelecek umudu söz konusu olduğu için, adaya dönmeye başlamıştı. Ben de o dönemde adaya dönenlerden biriyim. O dönemde ilkokulda, ortaokulda olan insanlar artık büyüdü ve şimdi gelecek umudunun tamamen kaybedildiği bir ortamın içindeyiz. Bu da, 20 yılda nereden nereye geldiğimizi gösteren bir durum.
Annan Planı sonrasında, gerek AB uyum çalışmalarının Türk toplumunda ve bizi temsil eden makamlarda yürürlüğe konulmuş olması, gerekse o dönemde Türkiye’de AB’yi ajandasının ilk sıralarına alan bir parti olarak AKP’nin demokratikleşme, sivilleşme, modernleşme sözü vererek iktidara gelmiş olması oldukça olumlu bir atmosfer yaratmıştı. Bu, ekonomiyi de çok olumlu yönde etkiliyordu, hem Türkiye ekonomisi, hem de kuzey Kıbrıs ekonomisi çok iyi durumdaydı. Kendi kendine yetebilen bir toplum olarak, kurumlarıyla, ekonomisiyle var oluyorduk. Ama, özellikle 2011’den sonra, Türkiye’deki hükümet, “Türkiye’de her iki kişiden birinin oyunu aldım ve restorasyon sürecine giriyorum” diyerek, “Yeni- Osmanlıcı” ideoloji ekseninde, artık bugün otokrasi haline dönmüş olan bir rejim değişikliğinin düğmesine bastıktan sonra, giderek otoriterleşen bir rejim kendini göstermeye başladı. Bunun Kıbrıs’a yansımalarını, özellikle 2018’den ve en nihai müdahale süreci olarak adlandırdığımız 2020 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden itibaren yaşadık.
“20 senelik zaman dilimi, bu kadar büyük değişikliklerin olması açısından kısa bir süre”
AB’yi gündemine alan, BM parametreleri çerçevesinde federal Kıbrıs üzerinden bir müzakere süreci devam ederken, Türkiye’de dış politikada sıfır sorundan, sıfır komşuya gelindi. O politikanın bir iz düşümü olarak da, Kıbrıs’ta çözümsüzlük politikasının öne atıldığı ve 2017 Crans Montana sürecinde, Anastasiadis’in siyasi eşitliği tartışmaya açması, garantör devletlerin Kıbrıs’ta yeni bir güvenlik mekanizması kurma konusunda uzlaşamaması, Türkiye’nin Garanti Anlaşması’nın verdiği garantörlük yetkisini militarist terimlerle düşünmesi ve yeni bir güvenlik anlayışını ekonomik, siyasi, kültürel, karşılıklı işbirliği gibi kavramlar üzerine güven tesis etmeden geçtiğini görememesi, müzakere sürecini akamete uğrattı. Daha sonra seçimlere doğrudan müdahale ederek Ersin Tatar’ı Cumhurbaşkanı olarak atayan ve buradaki siyasi partilerin kurultay süreçlerine müdahale eden, başbakanın, bakanların kim olacağına, ekonomik sektörlerin nasıl çalışacağına karar veren bir süreç başlatıldı. Bu süreç, Kıbrıslı Türklerin yönettiği bütün kurumların Türkiye’deki hükümete yakın şirketlere devredileceği bir protokol düzeni ile desteklendi. Çok uzunca bir süredir zaten burada bir sosyal mühendislikle karşı karşıyayız. Türkiye’deki rant ekonomisinin mimarları, bu sosyal mühendisliğe bir de ekonomik mühendislik dahil ettiler. Bu da, hiç iç açıcı bir durum değil. 20 senelik bir zaman dilimi, bu kadar büyük değişikliklerin olması açısından kısa bir süredir. Ciddi bir nüfus değişimi oluyor, yani sektörel planlama olmadığı için ülkeye gelen yabancı işgücü giderek artıyor, altyapı yetersiz kalıyor, Türkiye’de verilen ekonomik kararlar bizi doğrudan etkiliyor ve dolayısıyla ekonomik kriz derinleşiyor. Türkiye’deki hükümet, emek sömürüsüne dayalı, vahşi bir neoliberal politika izliyor ancak Kıbrıs’ın kuzeyi bir Türkiye vilayeti değil, AB müktesebatı askıya alınmış bir Avrupa toprağı olduğu halde Euro kullanmak üzerinden bir strateji izlenmediği için, bizi izolasyonlara, kapatılmışlığa mahkum etmeye çalışan bir akıl var.
“Sadece Türkiye’de değil, Kıbrıs’ın kuzeyi ve güneyinde ciddi değişikliğe ihtiyaç var”
Soru: Annan Planı gibi bir müzakere süreci yeniden Kıbrıslı Türklerin önüne gelir mi?
Derya: Eğer Türkiye’deki iktidar değişirse, bunun bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. Fakat o dönemde hem ekonomik kalkınma, hem de sosyal ve kültürel gelişim anlamında yarattığımız ivmeyi yeniden yaratmak için sadece Türkiye’de değil, Kıbrıs’ın kuzeyi ve güneyinde de ciddi bir değişikliğe ihtiyacımız var.
Şunu unutmayalım ki, Annan Planı sürecini maalesef iyi okuyamayan ve kendi iç dinamikleri dolayısıyla referandumda “hayır” kullanan Kıbrıslı Rum toplumunun ikna edilmesiyle ilgili süreçleri işletmesi gerekenler işletmediler. O dönemde, özellikle AKEL’in içindeki tartışmalar, referandum sürecini sadece Kıbrıslı Rum toplumunun iç dinamikleri açısından okumalarına neden olduğu için, Papadopulos’un da “hayır” yönünde aktif bir kampanya yürütmesi dolayısıyla toplumlarını “evet” yönünde ikna edememeleri sonucunu üretti.
“Guterres Çerçevesi hala üzerine basılabilecek bir zemindir”
Talat-Hristofyas görüşmeleri, özellikle müzakere başlıklarından biri olan idare ve güç paylaşımı konusunda, Kıbrıslı Türklerin ciddi kazanımlar elde ettikleri bir dönemdi. Fakat diğer başlıklar yeterince müzakereye açılmamıştı, süreleri yetmedi. Derviş Eroğlu döneminde müzakereler buzdolabına alınmıştı, ama 11 Şubat 2014 belgesi oldukça önemli bir belgedir. O belgede ifade edilen noktalar, aslında hem Kıbrıslı Türk, hem de Kıbrıslı Rum toplumunun tatmin olabileceği bir zemin niteliği taşıyordu. Onu devam ettirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Nitekim, Anastasiadis-Akıncı görüşmelerinde, çapraz müzakere sürecine girerek, sadece idare ve güç paylaşımıyla değil, toprak, mülkiyet, vatandaşlık, AB ve benzeri konularda da ciddi aşamalar kaydedildi. Aslında Crans Montana, Kıbrıs sorununu bitirmek için ciddi bir momentti. Bu doğru düzgün değerlendirilemedi ama, ondan sonra ortaya çıkan Guterres Çerçevesi hala üzerine basılabilecek bir zemindir ve Kıbrıs sorununu o noktadan çözebileceğimize inanıyorum.
Ancak, güneyde Hristodilidis gibi, çözüme çok sıcak bakmayan bir kişinin başkan olması, bir süreyi daha kaybedeceğimizi gösteriyor. Yani kuzeyde Tatar, güneyde Hristodilidis ile, bu iş kısa vadede çözülemez.
“Federasyonu gerçekleştirmek için, hemen her şey tamamlanmış durumda”
Süreci ne değiştirir? Türkiye’deki seçimler sonrasında, hükümete hangi parti gelirse gelsin, AB gündemini ajandasına alırsa, özellikle Batılı demokrasiler ve ekonomilerle koparılan ilişkileri ve Türkiye’yi bir Ortadoğu ülkesine dönüştüren ilişki biçimini batılı demokrasilerle barışma doğrultusunda tamir edecek bir dış politika anlayışı benimserse, Kıbrıs’ın bu anlamda ne kadar kilit bir vazifesi olduğu yeniden görülecektir. Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de hem Türkiye’nin enerji denkleminde yerini alabilmesi için, hem de bölgesel barış için ciddi bir anahtar ve başlangıç noktasıdır. Bugüne kadar yürütülen müzakere süreçlerinde, üstünde aşama kaydedilmiş federasyonu gerçekleştirmek için, hemen her şey tamamlanmış durumda. Sadece birkaç başlık var, onlar üzerinde çalışıp, sorun kısa vadede çözümlenebilir.