“Ailelerimiz için kazı yapmak” başlıklı kısa belgesel, “kayıplar” için Kayıplar Komitesi’nin kazılarında ve laboratuvarında çalışan bilim insanlarının duygularını aktarıyor...
Genç filmci Nikolia Apostolu, geçtiğimiz haftalarda kısa belgesel filmini, “Ailelerimiz için kazı yapmak” başlığıyla tamamladı... Kıbrıs’ta Kayıplar Komitesi tarafından “kayıplar”ın gömü yerlerinin bulunması için çalışmakta olan kazı ekiplerindeki arkeologlarla laboratuvarda çalışan bilim insanlarının duygu ve düşüncelerini aktaran kısa belgesel filmle ilgili olarak Nikolia Apostolu, sorularımızı yanıtladı. Belgesel filmde biri Kıbrıslıtürk, biri Kıbrıslırum “kayıp” yakınlarına da yer verildi...
Onunla röportajımız şöyle:
SORU: Bize birazcık kendinden söz eder misin? Nelerden hoşlanır, nelerden hoşlanmazsın?
NİKOLİA APOSTOLU: Ben Yunanistan’dan bir multimedya gazetecisiyim – bunun anlamı videolar, kısa belgeseller çekerim ve makaleler yazarım... Son 15 senedir çalışmaktayım ve bunun on senesini de uluslararası medyaya muhabirlik yaparak geçirdim...Yüzmeyi çok seviyorum, başlangıç yapmama izin vermeyen pek çok şeyden ise hoşlanmıyorum...
SORU: “Kayıplar”la ilgili bir kısa belgesel yapmaya nasıl karar vermiştiniz?
NİKOLİA APOSTOLU: Çocukken kayıp yakınlarına ilişkin bazı filmler seyrettiğimi hatırlıyorum fakat tam olarak neler olup bittiğini yakın geçmişe dek anlamamıştım. Kayıplar Komitesi’ni ilk kez 2017 yılında ziyaret etmiştim, ABD’de bir kanal olan PBS için Kıbrıs’la ilgili genel bir hikaye için bu ziyarette bulunmuştum. Bilim insanları ile araştırmacıların yaptıkları işe hayran kalmıştım, böylece geri dönmeyi aklıma koymuştum, farklı editörlere birkaç kez bu konuyu yazmıştım, sonuçta Hollanda Halk Kanalı, Kayıplar Komitesi’ne ilişkin kısa bir belgesel çekmem için benimle anlaşma yapmaya karar verdi. Kısa filmim Hollanda’da yayımlandıktan sonra, daha uzun bir versiyonu olan “Digging for our families” yani “Ailelerimiz için kazı yapmak” başlığıyla geniş bir versiyon yapmaya karar verdim. Kıbrıs’ı gerçekten beğeniyorum, doğu ile batının bir eritme potası olması beni mutlu ediyor... Altı ay boyunca bir Erasmus değişim programıyla İstanbul’da yaşadım ve bazı Türkçe sözcükler öğrendim o dönem – ne yazık ki şimdi bunları unuttum...
SORU: Bu kısa belgeseli yapmak senin için zorlu bir deneyim miydi? Filmi çekerken neler hissettin? Gömü yelerinde neler hissettin? “Kayıp” cenazesinde neler hissettin?
NİKOLİA APOSTOLU: Öyküyü filme almak benim için zor bir deneyim değildi ancak eğer bir toplu mezarda çekim yapıyor olsaydım, nasıl tepki verebileceğimden emin değilim... Yunanistan’da mülteci krizini izlerken kötü şeyler gördüm, örneğin onlarca ölü beden gördüm, gencecik çocukların nasıl toprağa verildiğine tanık oldum... Kameramın arkasındayken, herşeyi bir film olarak görmeye çalışırım, böylece duygularım beni boğmaz... Gerçeği söylemek gerekirse birkaç kez gözyaşları içinde kaldım ancak sanırım bu gözyaşlarını, röportaj yaptıklarımdan iyice gizledim... Konuştuğum insanların güçlü insanlar olması ve şu veya bu şekilde kayıplarıyla yüzleşmiş olmaları da buna yardımcı oldu sanırım... Geçmişte yaşanmış o korkunç şeyleri, bugünün dünyasında iyi şeyler yapmak için kullanıyorlardı... Ama evet, haklısın, “kayıp” cenazesi zordu çünkü çok sayıda insanın ağladığını gördüm, ağlayan yalnızca defnedilmekte olan “kayıp” şahsın oğlu değildi... Pek çok insanın sevdikleri kayıptı sanırım ve işte o an, 40 seneden fazladır bu insanların taşımakta olduğu acıyı hissettim... Bu kadar küçük bir ülkenin bunca şey yaşamış olması inanılmazdır... Ancak Kayıplar Komitesi’nde çalışmakta olan genç bilim insanlarıyla buluşmak beni mutlu etmişti, kendi aralarında Türkçe, Rumca ve İngilizce’yi karıştırarak konuşuyorlardı, bu da politikacılar ne söylerse söylesin, insanlar arasında yeniden yakınlaşmanın var olduğunun kanıtıdır...
SORU: Bu belgesel film için ne tür planlarınız var?
NİKOLİA APOSTOLU: Bu filmi Amazon Prime ve Reelhouse gibi film izleme ortamlarında yayınladım. Umarım ki milliyetçilik ve nefretin neler yaptığını ve yaralarımızı iyileştirmek için neler yapabileceğimizi, mümkün olduğunca çok insan izler... Pandemi sonrasında umarım bu filmi dünya çapında film festivallerine götürebilirim... Lütfen begeselimi izleyiniz ve paylaşınız...
SORU: Gelecek için ne tür planlarınız var?
NİKOLİA APOSTOLU: Belgesel çekimlerine devam etmeyi umuyorum ve Kıbrıs’a yeniden gelerek daha da ilginç öykülerin belgesellerini çekmeyi istiyorum...
*** Genç film yönetmeni Nikolia Apostlu’nun “Reelhouse”daki filmleri için link’i de okurlarımız için buraya koyalım:
https://www.reelhouse.org/nikolia?fbclid=IwAR2YTJ06xJWaxb1qAYxBeR1UzP9EA3SskVWyoi6KqsTH_r0ZSc9uZJHebaU
BASINDAN GÜNCEL...
Ravensbrück Nazi Kampı: “Sıradan kadınlar nasıl birer işkenceciye dönüştü?...”
1944 yılında bir Alman gazetesinde, "Askeriyeye 20 ila 40 yaş arasında, sağlıklı kadın işçiler aranıyor" yazılı bir ilan yer alır. Söz konusu ilan iyi maaş, ücretsiz yeme içme, konaklama ve de kıyafet imkanları sunar.
Ancak kıyafetlerin bir Nazi üniforması olduğu bilgisi verilmez. Askeriye diye söz edilen yer de kadın mahkumlar için inşa edilmiş Ravensbrück isimli toplama kampıdır.
Bugün mahkumlar için yapılan o dayanıksız ahşap kışla çoktan tarih oldu. Geriye kalan tek şey, Berlin'in yaklaşık 80 kilometre kuzeyinde, ürkütücü bir şekilde boş olan, kayalık bir alan.
Ancak, Ortaçağ Alman yapılarınının 1940'lardaki Nazi versiyonu olan ahşap panjurlu ve balkonlu sekiz sağlam konut hala ayakta duruyor.
Bu konutlar orman ve hoş bir göl manzarasına sahip balkonlarıyla, kadın gardiyanların, çocuklarıyla birlikte yaşadıkları yerlerdi.
On yıllar sonra orada görev yapmış eski bir gardiyan, "Hayatımın en güzel yıllarıydı" diye anlatır o binaları.
Ancak evin tek manzarası orman ve göl değildi. Yatak odalarından, mahkum zincirleri ve gaz odasının bacaları da görülebiliyordu.
Ravensbrück'te hafıza müzesinin müdürü Andrea Genest, kadınların yaşadığı yerleri gösterirken, "Çok zayıda ziyaretçi hafıza müzesine bu kadınları sormak için geliyor. Bu alanda erkek işçiler hakkında sorulacak pek soru yok" diye anlatıyor ve ekliyor:
"İnsanlar, kadınların da ne kadar zalim olabileceğini düşünmek istemiyor."
Buraya görev yapmayan gelen kadınların pek çoğu, yoksul ailelerden, okullarını terk etmiş ve de gelecek hakkında çok az seçeneği olan kişiler.
Toplama kampında sahip olunacak herhangi bir iş, yüksek maaş, konforlu konaklama ve ekonomik açıdan bağımsızlığı da beraberinde getiriyor.
Dr. Genest, "Fabrikalarda çalışmaya göre çok daha cazibeli bir işti" sözleriyle anlatıyor bu koşulları.
Pek çoğu da Nazi gençlik örgütünde Hitler'in ideolojisini benimsemiş kimselerdi. Dr. Genest kadınlar için, "Toplumun refahı için çalıştıklarını, düşmanlara karşı mücadele verdiklerini düşünüyorlardı" ifadelerini kullanıyor.
İkisi bir arada: Cehennem ve ev konforu
Evlerin birisinde, kadınların boş zamanlarda ne yaptıklarına dair fotoğrafların yer aldığı yeni bir sergi var. Çoğunluğu henüz yirmilerinde olan modaya uygun saçlarıyla çok güzel kadınlar...
Fotoğraflarda kadınların, ya evlerinde çay kahve eşliğinde keyifli vakit geçirdiği ya da kol kola girip ormanda köpekleriyle birlikte gülüşerek yaptığı yürüyüşler görülüyor.
Kadınların üniformalarındaki Nazi armalarını ya da Alman köpeklerinin mahkumlara eziyetini görene kadar, bu manzara masumca görünebilir.
Nazi toplama kamplarında 3 bin 500 kadar kadın çalıştı ve bu kadınların tamamı işlerine Ravensbrück'te başladı. Daha sonrasında pek çoğu da Auschwitz-Birkenau ya da Bergen-Belsen gibi ölüm kamplarında görev aldı.
'Korkunç insanlardı'
Londra'daki evinde telefonla irtibata geçtiğimiz 98 yaşındaki Selma van de Perre, "Onlar korkunç insanlardı" diyor.
Ravensbrück'te siyasi bir mahkum olan van de Perre, Hollandalı Yahudi bir direnişçi idi.
"Muhtemelen ellerine verilen güçten dolayı işlerini sevdiler. Mahkumlar üzerinde çok fazla yetkileri vardı. Bazı mahkumlar çok fena muamele gördü, çok kötü dövüldü."
Van de Perre, Nazi işgali altındaki Hollanda'da yeraltı işlerinde çalıştı ve Yahudi ailelerin kaçmasına cesurca yardım etti. Eylül ayında yaşadıkları hakkında İngiltere'de "My Name Is Selma" adlı bir kitap yayımladı. Bu yıl Almanya dahil diğer ülkelerde yayımlanacak.
Ebeveynleri ve kız kardeşi kamplarda katledilen Van de Perre, düzenlenen anma törenlerine katılmak için neredeyse her yıl Ravensbrück'e gidiyor.
Ravensbrück, Nazi Almanyası'nda yalnızca kadınların mahkum edildiği tek toplama kampıydı. Avrupa'nın her yerinden 120 binden fazla kadın burada yattı. Pek çoğu direnişçi ya da politik muhalliflerdi. Aralarında Yahudilerin, lezbiyenlerin, seks işçilerinin veya evsiz kadınların yer aldığı kalan kısım ise Nazi toplumu için "uygunsuz" görüldüğü için mahkum oldu.
En az 30 bin kadın Ravensbrück'te öldü. Bazıları gaz odalarında, bazıları asılarak. Kalanları da ya hastalıktan ya açlıktan ya da çok çalışmaktan...
Mahkum kadınlar, hemcinsleri olan gardiyanlar tarafından vahşice muamele gördüler. Dövüldüler, işkence edildiler ya da öldürüldüler.
Mahkumlar, gardiyanlara "Zalim Brygyda" ya da "Revolver Anna" gibi lakaplar taktı.
Savaştan sonra, 1945'te Nazi savaş suçları mahkemeleri sırasında, Irma Grese isimli gardiyan basın tarafından "güzel canavar" olarak adlandırıldı. Genç, çekici ve sarışın kadın, cinayetten suçlu bulundu ve asılarak idama mahkum edildi.
Nazi üniformalı sarışın, sadist kadın klişesi daha sonra filmlerde ve çizgi romanlarda cinselleştirilmiş kült bir figür haline geldi.
Ancak Nazi kampı gardiyanı olarak çalışan binlerce kadından sadece 77'si mahkemeye çıkarıldı. Ve çok azı gerçekten mahkum edildi.
'Acımasız şeyler yapan sıradan kadınlar'
Toplama kampındaki kadın gardiyanlar daha sonrasında kendilerini "cahil yardımcılar" olarak gösterebildi. Ki bu da ataerkil savaşta, Batı Almanya'da hiç de zor olmadı. Çoğu geçmişleri hakkında hiç konuşmadı. Evlendiler, isimlerini değiştirdiler ve topluma karıştılar.
Korkunç şiddet eylemleri nedeniyle hapse giren Herta Bothe adında bir kadın daha sonra kamuoyuna bir açıklama yaptı.
Sadece birkaç yıl hapis yatan ve sonra İngilizler tarafından affedilen Bothe, 1999'daki ölümünden önce verdiği röportajda yaptıklarından pişmanlık duymadığını dile getirdi:
"Bir hata yaptım mı? Hayır. Hata toplama kamplarının olmasıydı. Ama oraya gitmem gerekiyordu, aksi takdirde ben de oraya koyulurdum. Hatam sadece buydu."
Bu, eski gardiyanların sık sık öne sürdüğü bir bahaneydi. Ama bu doğru değildi. Kayıtlar, bazı yeni kişilerin işin ne olduğunu anlar anlamaz Ravensbrück'ten ayrıldığını gösteriyor. Bu kimselerin gitmelerine izin verildi ve olumsuz hiçbir sonuça maruz kalmadılar.
Van de Perre'ye gardiyanların acımasız birer canavar olup olmadığını sorduğumuzda, şu yanıtı veriyor:
"Bence onlar acımasız şeyler yapan sıradan kadınlardı. Bence bu pek çok insan için geçerli olabilir. İngiltere'de bile. Bence bu her yerde olabilir. İzin verilirse burada da olabilir."
Van de Perre, bunun bugün için ürpertici bir ders olduğuna inanıyor.
Savaştan bu yana kadın Nazi kamplarındaki gardiyanlar kitaplarda ve filmlerde kurgulandı. En ünlüsü de, daha sonra Kate Winslet'in oynadığı bir filme de dönüştürülen, Alman romanı The Reader'dı.
Kadınlar bazen sömürülen kurbanlar olarak tasvir ediliyor bazense sadist canavarlar olarak.
Gerçek ise daha korkunç. Onlar eşi benzeri olmayan canavarlar değillerdi, daha ziyade canavarca şeyler yapan sıradan kadınlardı.
(BBC – 20.1.2021)