Genç İnsanı Anlamak ve Yüzyılın Varoluş Problemi; Anlam Arayışı

Yaşanılan tüm olumsuzlukların ve dünyanın kötü bir yer olduğuna ilişkin kanının geride bıraktığı şey, en tehlikeli düşünce biçimi olan “hiçbir şeyin değişmeyeceği” yönündeki bir inancın kronikleşmesidir.

nugenduru@hotmail.com         
Nügen Derman Duru  

 

 “Varoluş kaygısı kendi olma ya da olamama kaygısıdır.”   Kierkegaard

 " Eğer genç bir insanın, anlama yönelişini, anlam arayışını fark etmezseniz, onu daha kötü yaparsanız, aptal yaparsınız, yıldırırsınız. Hatta hayal kırıklığını arttırırsınız. Her insanda bir kıvılcım olduğunu varsayın ve sonra bunu ortaya çıkarmasını, onun, insan olarak temelinde ne olabilmesi mümkünse ona dönüşmesini sağlayın."[ 1]

Viktor Frankl'ın “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eserinde dile getirdiği bu sözler 21. yüzyılda sürekli gündeme gelecek temel varoluş problemlerinden biri olacak gibi durur.

Bir önceki yüzyılın ve çağımızın yetişkinleri “insanlaşma” serüvenine savaşlar, katliamlar, soykırımlar ile gölge düşürdü. Bilgi toplumunu oluşturma uğraşısı ne yazık ki kötülüğün kol gezdiği bir dünyaya da zemin hazırladı.Bilginin ve bilimin pervasızca kullanıldığı dönemlerin hem uygulayıcısı hem de şahidi oldu insan. Her şeyin en iyisini hak ettiği düşünülen bir ırkın evlatları olarak, aynı zamanda pek çok tahribatın da nedeni oldu. Üstelik insanın sonuçlarını bile bile eylediklerinin pişmanlığını yaşamaması söz konusu tablonun vahim olan yanı olsa gerek.

Kabul edilmeli ki dünyanın gidişatı ile ilgili algı oldukça karamsardır.  O zaman tüm bu olup bitenlerin sorumluluğunu kime yüklemeli? Karanlık yönünü harekete geçiren, eylemlerinin sonucunda vicdani bir sorgulamaya dahi gitme gereği hissetmeyen, insandan çok bir yaratığı andıran özneler olarak kötülük yapma potansiyeline sahip insan doğasına mı, yoksa onu ‘istediği kılığa’ sokma gücüne sahip  eğitime mi?

Olup bitenleri insanın doğasına bağlamak bizleri büyük bir çıkmaza sokar. Bundan dolayıdır ki tarih boyunca devam eden bu yöndeki tartışmalarda, eğitimin gücü üzerinde hemfikir olan pek çok düşünür, bilgili olmakla ahlaklı yaşamak arasında sıkı bir ilişki kurar.  Antik Çağ’da başlayan ve akılsal olana öncelik verme şeklinde özetleyebileceğimiz bu türden çabalar, Sokrat’ta, Platon’da, Aristo’da doruk noktasına ulaşır.  Düşünürlerin, bilginin insanı ve dünyayı daha iyi yapacağı konusundaki düşünceleri onların akla duydukları güvenden kaynaklanır.  Onlar için bilgili olma, davranışlarda ölçülü olma, her türlü aşırılıktan kaçınma,  erdemli bir hayatın temel koşuludur.

Bilgiye ve bilme edimine ilişkin böylesi bir değer biçmenin günümüze gelene dek izlediği seyir inişli çıkışlıdır.  Karanlık olarak nitelenen bir ortaçağ ve ardından gelen aydınlanma ve modern toplumun inşası...Tüm bu uzun zaman diliminde eğitimin amaç, içerik ve biçimi değişikliğe de değişime uğrar. Değişen koşullara ve ihtiyaçlara uygun insan modeli yaratmak için çabalar sürer gider.Temel insani değerlerden yoksun eğitim anlayışının nelere yol açabileceğini kestirmek ise insanın hayli zamanını alır.

Her şeyde olduğu gibi eğitimde de bir şeyi yapmak kadar onu nasıl yaptığınız da önemlidir. Bürokrasinin gereksinim duyduğu emir komuta zincirine uyacak bireyler yetiştirme iddiasında olan modern toplumlar,  dünya savaşları ve soykırımlarla ağır bedeller öder. Eyleminin vicdani ve ahlaki sonuçları üzerinde düşünmeden kararlar alan insan modeli, pekçok vahşete neden olmakla suçlanır. Ne uğruna, kim için olduğunu bilmeden, haritada yerini dahi gösteremediği topraklar uğruna gençler canınlarından olur.

Yüzyılın nelerle geldiğinin, insanlığı nelerle sınadığının göstergeleri çok… Burada sorulması gereken soru, dünyanın gidişatındaki memnuniyetsizliğin boyutu ve gerçeklik payının ne kadar olduğudur. Daha da önemlisi yetiştirdiğimiz nesillerin elinde yeni dünya düzeninin nasıl bir şekil alacağıdır.  Yetişkinler, günü kotarmaya yönelerek, daha konforlu bir hayat uğruna özgürlüklerini ve vicdanlarını  ipotek altına almakta bir sakınca görmüyor. Oysa uzağında olup bitenler etrafındakiler kadar yakınında artık. Bugün ekranlarda sınırlara, tel örgülere dayanmış insanların yerinde yarın kendi çocuğunun da olabileceği ihtimalinin fakında olmak zorundadır.

Belki de asıl rahatsızlığın, daha iyisi olanaklı iken insanın bunu neden yapamadığı olmalıdır. Bu yüzden ruhunda adını koyamadığı bir huzursuzluk sürer gider. İnsan bitmeyen savaşları ve şiddeti kanıksama yanılsamasıyla başbaşa kalır. Yetişkinler teknolojinin nimetlerinin keyfini sürerken insan, ehlileşmemiş karanlık dürtülerin, bilgisizliğin, cehaletin bedelini öder. Günün sonunda  kurbanlar kendi çocukları, gençleri ve tabii ki geleceği olur.

Yaşanılan tüm olumsuzlukların ve dünyanın kötü bir yer olduğuna ilişkin kanının geride bıraktığı şey, en tehlikeli düşünce biçimi olan “hiçbir şeyin değişmeyeceği” yönündeki bir inancın kronikleşmesidir. Bu noktada bir parantez açmak ve geleceğin asıl belirleyicisi olacak genç insanın pozisyonuna değinmek gerek.

Özellikle bu coğrafyanın barışa susamış, her daim farklı bir zorlukla mücadele etmek zorundayken, pek çok bariyerlerle karşılaşırken, geleceğe bakan gözleri ışığı göremediği için soluğu başka yerde alan gençleri… Başka başka nedenlerle gittiği coğrafyalarda özlemini içine atarak yurtsuzlukla savaşan gençleri … Özgürlüğü, refahı, sevinci arayan gençlerini… Onlara daha çok sokulmak, daha çok sormak ve de onlara daha çok kulak vermek elzemdir. Neler hissediyorlar, neler düşünüyorlar, neler yapıyorlar, nasıl eğleniyorlar? Gerçekten merak ederek, yargılamadan onları dinleyerek aralarına katılmak; en derin duygularını anlamak, içlerindeki ışığı keşfetmek bu yolla mümkündür.

Genç insan, yetişkinlerin dünyasında olup bitenlere yabancı, kendini bulma arayışı içindedir çoğu zaman.  Öyle ki kendisine dayatılanlar, süratle haberdar olduğu dünyada olup bitenlerle çeliştikçe kafa karışıklığı dörtnala gider. Bu çatışmalar,  uygun olanı seçme konusunda bir anlam ve arayışa yol açabildiği sürece devinim kaçınılmazdır onun açısından. Çağın koşulları,  genç insana sınırsız olanaklar sağlarken, öte yandan da farklı problemlere açık kapı bırakır. İletişim çağı güç, fiziksel güzellik, ün, para gibi faktörleri ön plana çıkartarak temel amaçlar haline getirmektedir. Böylece gencin,  özgürlük, eşitlik, adalet, barış, iyilik ve güzel bir yaşam sürme gibi evrensel değerler üzerinde düşünmeleri neredeyse olanaksız bir hal alıyor. Onların barlarda, cafelerde yalpalamalarının nedenlerini doğru yorumlamak lazım. Tüm bu olup bitenleri doğru okumak, bir anlamda gençlerin yakarışı olabileceğini göz önünde bulundurmak önemli bir adımdır. Genci deneyimsiz, bilgisiz, agresif, asi bir toplumsal kategori olarak görmek şeklindeki eski anlayıştan kurtulmak ancak bu şekilde mümkündür. Sonuçta bu nitelikleri taşıdıkları varsayılsa bile, gençliğin bu halde olmasının nedeninin, yetişkinlerin oluşturup beslediği düzen olduğu unutulmamalıdır. Kaldı ki bu niteliklerin geçersizliğini keşfeden tüketim kültürü ve popüler kültür gençliği doğrudan hedef kitlesi haline getirmiştir. [2]

Çevresi ile bu ve benzeri tarzda bir etkileşim halinde olan gencin çatışmaları, kendine ve çevresine yabancılaşmasına, hayatı anlamlı kılan evrensel değerlerden uzaklaşmalarına neden olabilmektedir. O ana kadar çok para kazanma, lüks içinde yaşama, gününü gün etme, eğlenme, hayatın tadını çıkarma üzerine kafa yoran gencin, ben kimim ve neden buradayım tarzındaki içsel sorgulamaya yönelmesini sağlamanın yolu öncelikle yakarışlarına kulak vermekten geçer. Çünkü bu tarzdan varoluşsal sorulara yönelmek aslında gence yaşamın anlamına dair bir sorgulama ve elbette anlamlı yanıtlar bulabilme olanağı sunar. Kimliğini bulma sürecinde bu tür sorular gencin kendi varaoluşunu, doğal ve toplumsal çevresi ile olan ilişkilerini sorgulamaya yönelmesi demektir. Hayatın yaşamaya değer olup olmadığını da sorgulamaya yönelir. Anlam yükleme, başka şeylerde olduğu gibi hayat konusunda da özne durumunda olan kişinin (algılayan) elinde yeni bir forma dönüşür. Bunu özgür iradesiyle keşfetmesine ortam hazırlayacak toplumsal koşulları, eğitim felsefesini oluşturmak, bilgi toplumu olma yolunda ilerlerken ‘toplumsal bir seferberlik’ anlayışı ile hareket edilmelidir. Özellikle sanatın ve felsefenin bireyin aydınlanmasındaki işlevini anımsayarak, hayatın yaşamaya değer olduğunu gösterecek seçeneklerle gençlerin tanışmalarına olanak sağlamak, karanlık zihinlerin eline düşerek akıl ve vicdan tutulması yaşamalarını da engelleyecektir. Böylece hazır bulduğu ya da kendisine dayatılan hiçbir şeyi sorgulamadan onaylamayan, hayır demeyi bilen, özetle  ‘özgür insan’ olabilmesinin yolu açılabilecektir. Nietzche’nin tesbitiyle, sürü insandan özgür insana doğru evrilmeleri olanaklı hale gelecektir. [3] Yeni değerler yaratabilmek, üretebilmek sürü insanın değil özgür insanın cesareti dahilindedir. Ancak böylesi bir insan, koşulları ne olursa olsun her zaman bir çıkış yolu olabileceğini, zorun, acı ile bir şekilde başedebileceğini bilir.Hayatın anlamı anacak özgür olmakla mümkündür.

Olumsuz nitelikler yükleyerek , önyargılarla gençleri yargılamak, yetişkinin kendi ayağına kurşun sıkmasıdır. Bu topraklara tutunmuş genç insanın temel varoluş problemleri belirsizlik, umutsuzluk ve gelecek kaygısı –ki tümünün nedeni de yetişkinlerdir-  tıpkı Sisyphus’un tepeye kadar götürdüğü kayanın tekrar tekrar aşağıya yuvarlanması cezası gibidir. Bu ceza yararsız ve umutsuz bir çabanın cezasıdır. Sisyphus, tekrar yuvarlanacağını bile bile taşı bütün gücüyle yukarı taşır. Çünkü cezasını kabullenmiştir. [4] Boşuna olduğunu bile bile hayata direnen genç insana tam da bu noktada böylesi bir anlam kazandırmak gerekir. Dünyada ve bu topraklarda tekrarlanacağını bilse de yenilgiye ve kötülüğe karşı direnmeyi öğrenmek…

 


Kaynakça:

[1] İnsanın Anlam Arayışı, Viktor Emil Frankl, Çev.Selçuk Budak, Okuyan Us Yayınları, Aralık, 2017

[2] Gençlik Muhalefetinin Günümüzdeki Anlamı, Saffet Arı, Ferit Benli, Birikim Dergisi, Sayı: 142-143- Şubat - Mart, 2001

[3]Zerdüt Böyle Diyordu,Friedrich W. Nietzche, Çev.Osman Derinsu, Varlık Yayınları, İstanbul,1996

[4] Sisifos Söyleni, Albert Camus,  Can Yayınları, çev. Tahsin Yücel, 40. Basım, Kasım, 2018, İstanbul

 

 

 

Dergiler Haberleri