Kıbrıs’ın güneyinde ve kuzeyinde, son bir haftadan bu yana 15-20 Temmuz 1974’te yani faşist darbe ile 1974’teki savaşla ilgili yaşananlara tepkiler, yorumlar ve duygusal paylaşımlar devam ediyor… Öne çıkan tema ise, “Acıların bayramı olmaz…”
Kıbrıs’ın önde gelen entellektüellerinden, düzenli olarak CYPRUS MAIL gazetesinde fırtınalar koparan yazıları yayımlanan sosyal bilimci ve ekonomist George Kumullis de, 19 Temmuz 2020 tarihinde Cyprus Mail’de yayımlanan yazısının başlığında “Makarios, darbeyi bir Yunan işgali olarak nitelemekte haklıydı” diye yazıyor.
Kumullis, bu yazısında Makarios’un eleştirilecek pek çok hatası olmakla birlikte, BM Güvenlik Konseyi’ne hitaben yaptığı konuşmada Kıbrıs’taki 15 Temmuz 1974 Yunan cuntası darbesini bir “Yunan işgali” olarak nitelemekte haklı olduğuna dikkati çekiyor.
Kumullis’in bu yazısını okurlarımız için derleyerek özetle Türkçeleştirmeye çalıştık.
George Kumullis, 19 Temmuz 2020’de Cyprus Mail gazetesinde yayımlanan yazısında şöyle diyor:
*** Başpiskobos Makarios’un BM Güvenlik Konseyi’nde bundan tam 46 yıl önce, 19 Temmuz 1974 tarihinde yaptığı konuşma, New York saati ile saat 16.30’da sona ermişti, Kıbrıs’ta ise saat 12.30 idi (sabah yarım yani – S.U.) ve tarih 20 Temmuz’a doğru değişmişti – O günlerde saat farkı sekiz saat idi. (Makarios’un konuşması tamamlanırken) aynı zaman diliminde Türk gemileri, Girne’deki Beşinci Mil’e doğru yol almaktaydı ve yerel saatle saat sabah 04.30’da çıkarma gemileri Beşinci Mil’e varacaktı.
*** Her halukarda, Makarios, Birleşmiş Milletler’de ne söylemişse söylemiş olsun, Türk işgalini başlatan kıvılcımı çakmış olamazdı… Ancak bugüne kadar bazı bilgisiz insanlar veya darbeciler ve onların devamı olanlar “Türkleri Kıbrıs’a getiren Makarios idi” demektedirler, bunu da Kıbrıs trajedisindeki sorumluluklarını başkalarının üstüne atmak maksadıyla yaparlar.
*** Örneğin Atina’nın gazetelerinden “TO VIMA”, 24 Kasım 2008 tarihli sayısında “Makarios, Grivas ve Kıbrıs trajedisi” başlıklı araştırma yazısında Grivas’ın ölümü ardından EOKA-B’nin liderliğine getirilen Yorgos Karusos’tan alıntı yapmakta ve Makarios’un BM’deki konuşmasında “Türkler’in Kıbrıs’a müdahale etmesini istediğini” iddia etmektedir. Bu apaçık bir yalandır. Makarios hiçbir zaman Türkiye’den veya başka herhangi bir garantör güçten müdahale etmesi için istekte bulunmamıştır. Makarios’un BM Güvenlik Konseyi’nden tek istediği anayasal düzenin yeniden tesis edilmesi idi. Bu konuda herhangi başka bir yorum gereksizdir.
*** Bazı başkaları ise Makarios’un 15 Temmuz 1974’te yaşanan şeyin bir darbe değil de bir Yunan işgali olduğunu ileri sürmekle, Türk işgaline meşruiyet kazandırdığını iddia etmektedirler.
*** Öncelikle şuna açıklık kavuşturmalıyız ki, o gün yaşanan, Cunta kontrolü altındaki Yunanistan’ın gerçekte bir işgali idi. Geçmiş makalelerimde de belirtmiş olduğum gibi, eğer Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, Kıbrıslılar tarafından devrilmiş olsaydı, o zaman bu bir “darbe” olurdu. Ancak bu durumda, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, yabnacı bir ülke yani Yunanistan tarafından devrilmişti.
*** Bu geleneksel bir işgal değildi çünkü işgal eden ülkenin
- Kıbrıs’ta askerleri zaten vardı (ELDİK – Yunan Alayı) ve
- Yunan subayları, Milli Muhafız Ordusu’nda sorumlu mevkilerdeydiler ve Milli Muhafız Ordusu tam olarak onların kontrolü altında idi…
*** O nedenle o uğursuz günde Yunanistan – ELDİK Yunan Alayı ve Milli Muhafız Ordusu’nu kullanarak, ülkenin yasal hükümetini devirmiş ve yerine kukla bir hükümet koymuştur.
*** Yabancı basın ile hükümetler 15 Temmuz günü Kıbrıs’taki gelişmelerden haberdar edilmişler ve onlar da bunu bir işgal olarak görmüşlerdir, yabancı müdahaleyi çağrıştıran bir şeydir bu ancak biz bunu inkar etmekteyiz…
*** Yani 19 Temmuz 1974’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne hitaben konuşma yapan Makarios, işgalden söz ettiği zaman, yeni bir şey söylemiyordu. Söylediği şeylerle yeni bir şey açıklamıyordu kimseye. Makarios, “Bu açıkça dışarıdan bir işgal idi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının ve egemenliğinin kabaca ihlali idi… “Darbe” diye nitelendirilen şey, Milli Muhafız’ı oluşturan ve yürüten Yunan Subayları’nın yarattığı bir şeydi.”
*** Bir başka deyişle, Makarios’un söyledikleri yüzde 100 doğru idi. Yunan işgalinin Kıbrıslıtürkler dahil (bu çok açıktı), tüm insanları etkileyeceğine atıfta bulunmuş olması, Türkiye’yi müdahale etmeye davet ettiği manasına gelmiyordu. Bu atıfın herhangi bir ülkeye müdahale etmesi için yasal bir hak verdiği anlamına gelmiyor ve bunun altını çizmemiz gerekiyor.
*** Türkiye (Kıbrıs’ı) işgal etti çünkü önce Yunanistan işgal etmişti (Kıbrıs’ı) ve Türkiye, kendi işgalini haklı çıkarmak için hiçbir zaman resmi olarak Makarios’un yaptığı konuşmayı kullanmadı. Makarios, konuşmasında herhangi bir garantör güce müdahale etmesi için herhangi bir öneri yapmadığına göre, bunu nasıl yapabilirdi zaten? Makarios’un Türkiye’ye gelip müdahale etmesi için çağrı yapmış olduğu iddiası, ya naif insanların düş ürünü bir şeydir ya da Makarios karşıtı düşüncede olan suçluların hüsnü kuruntularıdır.
*** Hiç kuşkusuz Makarios siyasi kariyeri boyunca pek çok hata yapmıştır. Eğer yaptığı her hata karşılığında gökyüzüne bir yıldız eklenmiş olsaydı, kainata yeni bir galaksi eklenmiş olurdu… Ancak 19 Temmuz 1974 rtarihinde, Türk işgalinin arifesinde, Makarios (o konuşmasında) bir dürüstlük ve bir yurtseverlik sergiledi. BM Güvenlik Konseyi aracılığıyla Cunta’nın subaylarının Kıbrıs’ta uzaklaştırılacağı yönünde zayıf umudunu yitirmemişti çünkü BM üyeleri, BM Güvenlik Konseyi kararlarını Kabul edip uygulamak zorunda idi…
*** Bunu yapabilmek maksadıyla, 15 Temmuz’daki olayların bir başkaldırı olmadığını, Sampson’un iddia ettiği gibi Kıbrıslılar’ın bir iç işi olmadığını fakat bunun bir işgal olduğunu kanıtlamak zorundaydı. O nedenle BM Güvenlik Konseyi’nden Yunan işgalinin ortaya çıkarmış olduğu “bu doğal olmayan durumu sonlandırmak için her tür çabayı göstermesi” için çağrıda bulunmaktaydı.
*** Bir devletin yasal başkanı olarak BM Güvenlik Konseyi’ne Yunan Cuntası’nı rapor etme zorunluluğu, Yunan işgaline atıfta bulunmasını gerektirmekteydi… Eğer Makarios, Cunta’yı üzmemek için herhangi bir şey söylememiş olsaydı, bu onurlu olmayan bir seçim olurdu ve gerçeği söyleme kararını içermiyor olurdu. Gerçeği söylediği için onu azarlamak yalnızca ahlaki bir aşağılama olmakla kalmayıp aynı zamanda Kıbrıslıların tam itaatini isteyen Cunta’nın Kıbrıs’taki politikalarını benimsemek olurdu…”
(CYPRUS MAIL – George Kumullis – 19.7.2020 - Derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN)
“Çomaklı nere Ürdün nere…”
Ohannes Kılıçdağı
Ohannesian Charpin, Kayseri’nin Çomaklı köyünden ta bugünkü Ürdün’ün güney ucuna, çölün yamacına sürülen, çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı 1600 civarında Ermeni’nin hikâyesini anlatıyor. Çomaklı nere, Güney Ürdün nere...
Soykırımları anlamanın önemli bir yolu da onun içinden geçen insanların, yani bireylerin hikâyelerine bakmaktır. Siyasetin makro ve soyut kavramlarının anlatamadıklarını, insan-birey hikâyeleri bazen daha iyi anlatır. Soykırım, nasıl bir şeydir, kitlesel can kaybı gibi çok bariz kayıpların yanı sıra ne gibi tahribatlar yapar, bunları bu hikâyelerin ayrıntıları vasıtasıyla anlarız. Bu hafta, Anna Ohannesian Charpin’in ‘Unutulmuşluktan Hatırlanmaya: Güney Ürdün’deki Ermeni Kadınların Dini İnancı ve Aşiret Yapısı’ (‘From Oblivion to Memory: the Faith of Armenian Women in South Jordan and Tribal Structure’) başlıklı, henüz yayınlanmamış makalesi vasıtasıyla Ermeni Soykırımı sırasında yaşanan bu türden bir hikayeye bakalım hep beraber. Bu çalışmanın, Hrant Dink Vakfı’nın yasaklandığı için yapılamayan Kayseri konferansında sunulacak tebliğlerden biri olduğunu da not düşelim.
Ohannesian Charpin, Kayseri’nin Çomaklı köyünden ta bugünkü Ürdün’ün güney ucuna, çölün yamacına sürülen, çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı 1600 civarında Ermeni’nin hikâyesini anlatıyor. Çomaklı nere, Güney Ürdün nere… Niye bu kadar uzağa sürüldükleri bir soru işareti. Ohannesian Charpin temel olarak kafilede bulunup da sağ kalmayı başaran iki kişinin Retios Der Nersessian’ın günlüğü ve Hagop Asadourian’ın (Asaduryan) anılarına ve kendisinin Güney Ürdün’de yaptığı saha çalışmasına dayanarak bu makaleyi yazmış.
Askerler, 2 Temmuz 1915’te Çomaklı’yı kuşatmışlar. Daha önce Haziran ayında da Ermenilerin sürüleceği söylentisi köye ulaşmışsa da, bu kuşatmayla Ermenilere toplanmaları için Der Nersessian’ın anlatımına göre beş, Asadourian’ın anlatımına göre üç saat süre verilmiş. Askerler, evlerinden ayrılmak istemeyenlere veya geç kalanlara karşı zor kullanmışlar. Birkaç günlük molalarla birlikte 39 gün boyunca Çomaklı’dan Suriye’nin Katma şehrine kadar yürütülmüşler ki bu da dağ tepe 400 km. civarında bir yürüyüş mesafesi demek. Oradan da trenlerle ilkönce Halep’e, sonra Şam’a, sonra da Güney Ürdün’e sevk edilmişler. Der Nersessian’ın anlatımına göre bu kafilede doğrudan askerler tarafından öldürülen kimse olmamış ama kötü şartlardan, yorgunluktan, tifo gibi salgınlardan dolayı yol boyunca azala azala ilerlemişler. Güney Ürdün’ün köylerine vardıklarında hayatta kalanlar da zaten yaşayan ölüler gibiymişler. Gittikleri yer de kurak çöl iklimi olduğundan ve zaten orada hayat şartlarının zorluğundan, yetersiz barınma ve sağlık imkânlarından dolayı yerleştirildikleri yerlerde de kitlesel ölümler devam etmiş. O kadar ki, bazen yüz kişi tek bir eve tıkışmak zorunda kalmışlar, her birine yaşama alanı olarak ancak uzanacakları kadar bir boşluk düşüyormuş. İlk zamanlarda o kadar mecalsizlermiş ki evin içinde uzandığı yerden kalkamayıp can verenleri götürüp gömemedikleri için günlerce cesetler yattığı yerde kalıyormuş. Bazen de çevredeki Araplar gelip ölüleri defnediyorlarmış.
Varışlarından bir sene sonra çevre şartlarına biraz uyum sağlamayı başarmışlar ama bu sefer de Kasım 1916’da Osmanlı yetkilileri tarafından Müslüman olmaları ‘tavsiye ve telkin’ edilmiş. Anlatıcılar tam bir sayı vermiyor ama anlaşılan o ki birçoğu hem çevreleriyle hem Osmanlı memurlarıyla daha yumuşak ilişkiler kurabilmek için bu teklifi kabul etmiş. Etmiş etmesine ama resmen Müslüman olunca bu kez de gerek yerel Araplar gerek kimi subaylar, kızlarıyla evlenmek için talepte bulunmaya başlamışlar. Bundan kaçınmak için, sayılarının elverdiği yerlerde Ermeniler kızlarını, bulabildikleri Ermeni erkeklerle evlendirmişler. Fakat yeterli sayıda Ermeni’nin olmadığı kimi yerlerde Ermeni kızları yerel nüfustan Arap erkekleriyle evlenmiş ve bunlardan birçoğu savaştan sonra diğer Ermeniler gibi ilk önce Port Said’deki kamplara gidip oradan da dünyanın dört bir yanına dağılmaktansa bulundukları yerde yeni aileleriyle, kendi çocuklarıyla kalmayı tercih etmişler.
Bunlardan biri de asıl ismi Nora olup da Müslüman olduktan sonra Nouri ismini alan Ermeni kızıymış. Dediğim gibi, yerel bir Arap erkekle evlenmiş ve savaştan sonra ayrılmayarak Güney Ürdün’deki Maan kasabasında kalmış. Tam 40 yıl sonra, burada aktarmaya yerimiz olmayan vesilelerle, kız kardeşi Takuhi Nouri’ye ulaşmış ve Beyrut’ta bulunan anneleri Baytzar’ı ziyaret etmesi için davet etmiş. Takuhi’nin kocası Maan’a gidip Nouri’yi getirmiş. Takuhi yaşanılan durumu şöyle anlatıyor: “İki ay boyunca ana kız karşılıklı oturup birbirlerine baktılar, tek kelime etmediler. Nouri artık Ermenice konuşmuyordu, annesi de tek kelime Arapça bilmiyordu.”
Bu ne kadar müthiş, derin ve ağır bir sahne, düşünebiliyor musunuz? O ana-kız birbirlerine bakarken ne düşünmüş, ne hissetmiştir? Evleri olan Çomaklı’da hayatlarını sürdürebilseler kim bilir nasıl bir yaşamları, nasıl bir ilişkileri olacaktı? Sonunda geldikleri durumda birbirlerinin sağ kaldığına mı sevinsinler, neredeyse iki yabancı olduklarına mı üzülsünler?
Velhasıl, soykırım fiziksel varlığı ortadan kaldırmaktan ibaret değildir, katman katman bir olgu ve süreçtir, insanlar etkileri uzun zamana yayılır.
(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 17.7.2020)
PAZARTESİ DEVAM EDECEK