Gerçek devlet ve katakullik devlet!

Serhat İncirli

Sevgili Cenk Mutluyakalı hep söyler, ya da sorar; “çalışandan mı yoksa patrondan mı yanasınız?”
Aslında temelde ikiye ayırdığımız “kapitalist sistemlerdeki” ana akım siyasi partiler olan “muhafazakarların” ve “işçi partililerin” arasındaki en ciddi fark buradadır…
Muhafazakarların yani merkez ile merkezin sağındakilerin temelde koruduğu “patronlardır”; işçi partililerin yani merkez ve solundakilerin temelde koruması gereken de “çalışanlar” olmalıdır.

-*-*-

Örneğin Amerika’da, İngiltere’de bu “aradaki farkı”, iktidar değişikliklerinde mutlaka görürsünüz…
Ancak, kapitalizmle yönetilen bir ülke ne kadar “işçi partili”, ne kadar “muhafazakar” olsa da; aslında “hem patronları hem de çalışanları” eşit oranda koruyabildiği kadar başarılıdır…

-*-*-

Her ülkede özellikle son birkaç yıldan beri, Ukrayna – Rusya savaşına bağlanan ekonomik krizler yaşanıyor…
Bu krizlerden, vatandaşının en az zararı ile çıkmak isteyen ülkeler çeşitli politikalar üretiyor ve uyguluyor…
Türkiye ve KKTC’de bu türden politikalar üretilmiyor…
Bizimkisi gibi ülkelerde “koltuğu ve cebi korumak” adına bir takım ali cengiz oyunları oynanıyor ama asıl yazmak istediğim bu değil…

-*-*-

Evet, komünizm veya sosyalizm kafamdaki çözüm modelidir ama “devrim yaptınız da iştirak etmedik mi?” sorusundan yola çıkacak olursak, ne yazık ki kapitalizmin vahşetini günümüzde dibine kadar yaşamakta olduğumuz gerçeği, alın yazımız gibidir.
Son günlerin moda deyişiyle “kader” diyelim!

-*-*-

İşte bu gerçek karşısında daha çok demokrasi, daha şeffaf yönetimler, daha hesap verebilir hükümetler, daha adil bir yargı sistemi ve çok hızlı bir yasama organı önemlidir; değerlidir…

-*-*-

Mesela mı?
Mesela bu sıkıntılı süreçte, devlete yüklü miktarda para ödeyen büyük vergi mükelleflerinin korunmasının çok ciddi önemi vardır…
Evet, patrondan yana olmak!
Ama hangi patron?
İşçisini sömürmeyen, vergisini en adil şekilde ödeyen, devletini çalmayan patron…

-*-*-

Mesela İngiltere bu gibi konularda hassastır…
“Vergi kaçıran” ya da “kaçırdığını sezdiği” bir “patronu” temizleyip mahvetmek, hapse atmak yerine; O’ndan koparabildiği kadarını koparıp, tek bir çalışanın dahi işini kaybetmeyeceği sistemi yakalamaktır önemli olan!

-*-*-

“Gerçek devlet” ve “katakulliden devlet” arasındaki en ciddi farktır bu…
Gerçek bir devlet, işverenini de korur, işçisini de…
Ve herkesin en az zarar göreceği bir dengeyi kurmak için üretir siyasetini…

-*-*-

KKTC’ye bakar mısınız?
Sokaktaki vatandaş, bizler, sizler, onlar, hepimiz zerre kadar bu yazdığım konuyla ilgilenmiyoruz…
Yanında onlarca insanın çalıştığı, çok önemli bir patron, polisin bazı oyunları ile “adil” anlamda yargısız sayılabilecek bir şekilde çok kolay “infaz” edilebilir… 

-*-*-

Veya haftada yedi gün, günde 16 saat çalışan yüzlerce - binlerce market çalışanının hakkını savunmak, kimsenin umurunda bile değildir…
Market çalışanlarının çok uzun mesaiye rağmen, asgari ücretten düşük maaş almaları da kimse tarafından ilgilenilen bir “kavga” değildir.

-*-*-

Peki neden?
Çünkü KKTC bir “devlet” değildir.
Katakullidir…
KKTC üzerinde yaşayanların şu anda belki de onda dokuzunun “Kıbrıs” denen Ada ile hiçbir “duygusal” bağı da bulunmamaktadır.
Kıbrıs’ı bilmeyen, sevmeyen hatta Kıbrıslılardan nefret eden bir grup “katakullik insan”, bu katakulliden devleti sadece sömürmektedir…
Her açıdan hem de…
Ekonomik sömürü de vardır, siyasi sömürü de…
Stratejik sömürü de, jeopolitik sömürü de…

-*-*-

Kıbrıs Cumhuriyeti, böyle değildir mesela…
Elbette Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de Avrupa devletlerinde de sıkıntılı çok konu vardır ama hiçbiri bizimkisi gibi “katakullik devlet” değildir…
Bu konuya elimden geldiğince, dilimin döndüğünce daha sonra da devam edeceğim…
İyi Pazarlar… 


Barıştan korkan paralı askerler

Ersin Tatar’ın saçmalıklarını ya da “cumhurbaşkanlığı” veya “liderlik”le alakasız abukluklarını yazmaktan sıkıldım!
Yaptıkları “anayasal anlamda” bir görev olmadığı gibi, “işe yaramadığı” da apaçık ortada…
“Barıştan korkan” ve “barıştan açıkça kaçan” bir görüntü… 
Ve “tam anlamıyla Türkiye’yi yönetenlere biat içeren bir şov” dışında “iş” yok!

-*-*-

Ama dediğim gibi, “anayasal anlamda görevi de yok ki” zaten…
Şov!
Bir de eleştirdiğiniz zaman mesela “yalakalık yapıyorsun” dediğiniz ya da “irade kabızısın” diye suçladığınız zaman çok kızıyor; tehdit bile savuruyor!
Gülüyoruz…

-*-*-

Barıştan korkmak ne demektir?
Eduardo Galeano’nun Aynalar adlı kitabı, muhteşem bir tarih bilgisi içerir…
Be barıştan korkmayı bir kısa hikayeyle anlatır…

-*-*-

Galeano’nun kitabında “Paralı askerler” başlıklı bir bölüm var…
Onlara bugün “sözleşmeliler” dendiğini yazıyor Galeano…
Ve anlatıyor:
“… Asırlar önce onlara İtalya’da condottieri denirdi. Öldürmeleri için kiralanırlardı ve condotta yapılan sözleşmenin adıydı.
Paolo Ucello son derece zarif bir biçimde giyinen ve çok hoş bir biçimde hareket eden bu savaşçıları çizdi; tabloları kanlı çarpışmalardan ziyade moda defilelerini andırıyor.
Ancak condottieri denen bu savaşçılar barış hariç hiçbir şeyden korkusu olmayan gerçek erkeklerdi. 
Dük Francesco Sforza gençlik yıllarında bu işi yapmıştı ve bunu hiç unutmuyordu. 
Dük bir akşam vakti Milano civarında dolaşırken önüne çıkan bir dilenciye atının üzerinden para attı. 
Dilenci onun için en güzel dilekte bulundu:
“Barış seninle olsun.”
“Barış mı?”
Ve bir kılıç darbesi eldeki parayı uçurdu.”

Denktaş, Makarios ve Waldheim… Çok seneler önce… Şimdilerde mi? Finlandiya’nın NATO üyeliğine uygulanan veto kaldırıldı… Amerika, Türkiye’ye, “İsveç’e de aynısını yapın” dedi… Depremin Türkiye ekonomisine maliyetinin en az 2 Trilyon TL olduğu açıklandı… Türkiye ile Mısır “resmen barıştı”… İsrail ile ilişkiler zaten çok sıcaklamıştı… Yunanistan ile “dalaşan” uçaklar herhalde soğuktan havalanmıyor, durum “süt liman”… Yani daha birçok işaret var ki, pek yakında, bu sinemada, “Kıbrıs’ta federal çözüm müzakereleri kaldığı yerden başlayacak”… Hazır olun canlarım benim, hazır olun… Egemen eşit golyandro!