Gerçek Kıbrıs’ta yarım Kıbrıslı olmak üzerine bir deneme

Bilge Azgın

17 yaşındayım. Daha 18 olmamışım. Amerika’da henüz ilk dönemim. Güz rüzgarları kampüsteki yaprakları her yerde dökmeye ve halı oluşturmaya başlamış. Öğleden sonra 3 saatlik olan felsefe dersinde Plato’yu tartışıp ara vermişiz ve dışarıya çıkıp sigara içiyoruz!

Sohbet esnasında felsefe hocam Michael “Bilge, sen Kıbrıslısın bu S300 gerginliği nedir?” diye sordu. Ben de konuyu anlatmaya başladım. Rum tarafının S300’lerin konuşlandırılmasının neden Türkiye açısından yakın ve açık tehdit unsuru olarak algılandığını ve Türkiye’nin kendi milli güvenlik ve milli çıkar doğrultusunda uyguladığı politikaları ve de tüm bu olup bitenin neden doğu Akdeniz’de ciddi bir gerginliğe yol açtığını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım! Ama konuyu mutlak bir gerçeklik üzerinden değil de Elen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin algısı ve de Türkiye ile Yunanistan’ın pozisyonları üzerinden anlatmaya çalışmıştım.

Benden 2-3 yaş büyük bir başka delikanlı oradan geçerken durmuş dinliyor. Konuşmamıza ara verir vermez “Siz nerdensiniz? Acaba sorabilir miyim” diye hemen soruverdi. Diyorum ki “Kıbrıs! Sen nerelisin peki?”

İlk önce yere bakıyor ve sonra ardından mağrur bir üstünlük gülümsemesi ile “Ben GERÇEK olan Kıbrıs’tan geliyorum!” diyor.

Tam da Plato dersini alıyoruz gerçek nedir ne değildir, bu dünya neden gerçek değildir, gerçek olan idealar dünyasıdır diye ders yapıyorduk. Tabii konu etnik çatışmanın yaşandığı ve milyonlarca travmalar zincirinin yaşandığı “Kıbrıs Konusu” veya “Kıbrıs Sorunu” olunca Plato anlamsız gelebiliyor. Ardından Plato yerine Kıbrıs Sorunları’nı tartışmaya başlıyoruz.

Ben hemen diyorum ki “Bak, böyle konuşulmaz. Dışlayıcılık ve ırkçılık yapıyorsun. Bu saldırgan tavırlarınızı hiç anlayamıyorum. Aynı saldırganlığı motorlularla yaptınız, aradınız bayrağı indiresiniz; bu haller hal değil. Tamam ölmeleri gerekmezdi ama sen niye sınır tellerini aşıp bayrağı indirmeye yelteniyorsun ki?” mealinde bir şeyler söyledim.

Benim bu söylediklerimden ötürü daha da ateşlenen Rum delikanlı ağzı köpük saçarak “Hangi bayrak? Biz başka ülke olan Türkiye’nin bayrağına saygılıyız, biz sizin bayrağınızı indirmeye çalıştık çünkü sahte bir devletin sahte bir bayrağı. Hem de çalıntı mallar üzerinde oturuyorsunuz!” dedi.

Öfke nöbeti geçiren arkadaş derin bir nefes aldı ve ardından “Bir gün topraklarımızı sizden geri alacağız!” diye haykırarak veda etmeden yanımızdan ayrılıp kaçtı.

Bu Rum vatandaşın öfke kusma nöbetinden ürperip şaşkına dönen felsefe hocamız Michael “Bilge sen iyi misin bu çocuğun elimde bıçak veya silah olsa seni öldürebilirdi” diyerek bir yandan kendi yaşadığı şoku dile getiriyor, bir yandan da öğrencisi olan beni teselli etmeye çalışıyordu.

Rum milliyetçiliği bir çoğunluk milliyetçiliği olduğu için ve de çoğunluk olarak başladıkları siyasi projeyi bitiremedikleri bir yana dursun, Türk askeri sayesinde toprak kaybettikleri için her zaman bizim Kıbrıs Türk Milliyetçiliği’nden daha hınç dolu, öfkeli ve narsist semptomlarla etrafta dolaşmaya mahkum olmuşlardır.

Umarım bizden sonraki kuşaklar daha farklı eğitilirler ve travma aktarımı bu denli güçlü olmaz. Ancak çözüm taraftarları arasında “en son yenilgiyi onlar aldı o yüzden bize göre daha öfkeli ve hınç dolu” empatisinin yeterli olmadığını düşünüyorum öyle olsa adam bana “fazla toprak aldınız ve umarım siyasi eşitleye dayalı bir Federasyon’da bu iş çözülür” diyebilirdi.  Öyle demiyor çünkü çoğunluk üzerine kurulu Rum milliyetçiliği, kendisinin %25 civarında olan Kıbrıs Türk toplumunu “EŞİT ORTAK” olarak değil “basit ve sıradan bir AZINLIK” olarak görüyor ve görmeye de devam edecek gibi görünüyor. Çoğunlukların kendi imtiyazlarından vazgeçmesi, hele hele konu “milli dava” ise çok ama çok zor veya neredeyse imkansız gibi bir durumdur.

Kıbrıslı Rum milliyetçiliğinin ırksal boyutunu da anlatmak için hikayeme devam edeyim. Eve gidince bu olayı oda arkadaşım olan Samir’e anlattım. Samir dünyada gördüğüm en iyi insanlardan bir tanesiydi. Rum çocuğu anlatınca meğer bizim Samir ile birlikte kafeteryada çalışıyorlarmış. Samir bana çok sessiz sakin ve iyi bir insan olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Ama gel gör ki Kıbrıs sorunu açılınca o iyi ve sakin ve sessiz insan karşısındakini bıçaklayacak kadar gözleri dönebiliyor ve maalesef bu saldırganlık karşısında gün gelir bir Türk olarak toplumunuzu savunmak zorunda kalabilirsiniz.”

Samir demişbki Bilge’nin gözleri yemyeşil oldukça Avrupalı gibi görünüyor. Bizim arkadaş DA şöyle demiş: “Osmanlı zamanında Balkanlar’da küçük çocukları alıp köle olarak yetiştiriyorlardı, o yüzden Bilge’nin gözleri renkli ve kumral.” Türklerin içinde renkli gözlü ve açık tenli bir insanın çıkamayacağına kesin kanaat getiren ilginç bir yorum. Öyle bir ırkçılık dünyanın çok yerinde kalmadı ama Rum toplumunun geliştirdiği yirmili yaşlardaki gençlerde halen varlığını sürdürüyor.

Bütün kavga zaten Makarios’un deyimiyle “Kıbrıslı Türkler Kıbrıs’ta bir azınlıktır ve öyle de kalacaktırlar” bakış açısından dolayı çıkmadı mı? Eşit ortak devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nden (1960-1963) istenmeyerek ve şiddet aracılığıyla atıldık ama biz de Türkiye’nin 1974 Barış Harekâtıyla kuzeyde ilk önce Kıbrıs Türk Federe Devleti ardından da KKTC’yi kurduk ve 20 yıldır Türkiye ile birlikte federasyonu savunsak da, (Mehmet Ali Talat ve Akıncı dönemi özellikle) elimiz hep havada kaldı. Kalmaya da devam edecek çünkü Rum siyasilerin genel geçer algısında Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs’ı birlikte yönetecekleri EŞİT ORTAĞI olarak düşünüp hayal etmiyorlar.

Bunu bir milliyetçilik veya karşıt milliyetçilik yapıyorum penceresinden algılamamanız için bizim gibi yüzde 20 veya 25 olarak bulunan rakamsal azınlıklara tüm dünyanın farklı ülkelerinde ne halde olduklarına, ne gibi zorluklara maruz kaldıklarına kıyaslamalı bir şekilde bakarsanız sanırım ne demeye çalıştığımı anlarsınız. Eğer Kıbrıslı Türkler Kıbrıs’ta halen Rumlarla EŞİT ORTAKMIŞ gibi çözüm müzakeresi yapabiliyorsa bunu Türkiye ve Türk Ordusu’nun 1974’teki askeri zaferine borçludur. Türkiye’nin kendi çıkarlarına göre hareket ettiği için 1974 Barış harekatı oldu diyebilirsiniz, ancak öyle olsa bile, tüm bu olup bitenin Kıbrıs Türk’ü açısından ne kadar büyük bir şans ve ayrıcalık olduğu gerçeğini  (dünyadaki azınlıkların durumu ile kıyaslandığında) değiştirmez.

Türklük sözleşmesi adlı kitabı ilk İngilizce dergide (Middle East Policy dergisi) tanıtımını yapan kişiyim. Kitapta eksik olan nokta şudur: “Türkiye’de evet bir tür Türlük Sözleşmesi var ancak son 30 yıldır PKK’nın Türkiye ve Orta Doğu’da güttüğü bir de Kürtlük Sözleşmesi var.” Bizim Kıbrıslı Türk Sözleşmemiz mesela asla azınlığa düşmemek ve kendi kendimizi otonom şekilde yönetebilmek üzerine kuruludur. Azınlığa düşmenin ne büyük bir acı olduğunu yaşayıp tecrübe eden Kıbrıslı Türkler bilir.

Kıbrıs Rumlarının Rumluk Sözleşmesi ise papazları Makarios’un başladığı işi bitirmektir. Yani adanın %75-80 oranında nüfus oranına haiz olan Rum toplumunu tarihteki hak ettiği yeri alması ve adanın tümüne hakim olmaktır. Onlar sessiz ama etkin Rumluk Sözleşmesi budur.

Dolayısıyla konu, sadece 1974’te yenilgiye uğradıkları için hissettikleri öfke ve hınç değildir. Biz Rum milliyetçilerini 1974’ten önce de biliyoruz. 1963 ve 1974 arası da ne kadar çok yoğun bir kibir, öfke ve hınç alma duygusu ile dolu olduklarını da hatırlıyoruz. Çünkü Rumluk Sözleşmesi adanın hakim gücünün Rumların, Türklerin de azınlık olmasıdır. Bunun gerçekleşmediği her an Rumlar için adaletsizlik ve zulümdür.

Rum tarafında bugün (AKEL de dahil) büyük bir çoğunluk Makarios’u açık açık sorgulamıyor. Makarios için “Kıbrıslı Türkler’i azınlığa düşürme çaban yüzünden savaş başladı, o kadar Kıbrıslı Rum ve Türk hayatını kaybetti ve günün sonunda başımıza 1974 felâketi geldi” demiyor. Bunu söyleyen belki bağımsız düşünen %20 veya taş çatlasın %25’lik bir toplumsal kesim bulunabilir. Ancak ciddi ve önemli bir çoğunluğu hala Makarios’u olup bitenden ötürü hiç sorumlu tutmuyor. Hatta sessiz çoğunluk şöyle düşünüyor. “Makarios bu işi çok iyi götürürdü da 15 Temmuz Yunan Darbesi her şeyin içine etti.” Rumluk Sözleşmesi zira sorumluluk almayı değil de, suçu sadece 15 Temmuz darbesini yapan Yunan darbecilerine veya EOKA B’ye atmayı getirir. Bunlara Türkiye’yi eklemeyi de ihmal etmezler. AKEL de bu Rumluk sözleşmesinin tarihsel olarak bir parçasıdır.

Her çoğunluğun olduğu gibi Rum çoğunluğunun da nasıl içselleştirilmiş imtiyazlara sahip olduğunu hayat hikayemden bir başka örnekle sizlerle paylaşmak istiyorum. Manchester’de kaldığım dönemlerde Rum arkadaşlarımız da vardı. Bir gün hep birlikte ortak arkadaşımızın evine giderken Eeleni isimli kadın arkadaşım kendi ülkesini yani Kıbrıs’ı ne denli çok özlediğinden yakınıyordu. Kıbrıs’tan bana öyle bir bahsediyordu ki, sanki benim bildiğim Kıbrıs değil de başka bir ülke. Aslında belki de haklıydı. Ama ben gene de dayanamayıp sordum. “Biliyorsun değil mi? Ben de Kıbrıs’ta doğdum. Babam ve dedem de öyle.” Benim söylediklerim karşısında kikirdeyen Elini tatlı ve de çok masumane bir şekilde “Evet biliyorum sen yarım Kıbrıs’lısın” diye bana cevap verdi. Belli ki “yarım Kıbrıs’lı” olunca benim de kendimi olaya müdahil hissedeceğimi sanmıştı. Bir önceki anlattığım olaydan çok farklıydı zira öfke nöbeti geçirmek yerine sevecen ve iyi niyetli bir şeklde bana cevap vermişti. Tam da bu sebeplerden dolayı, ben de Eleni’yi düzeltme ihtiyacı bile duymadım.

Ancak bu örnek, Helen Rum milliyetçiliğinin (Kıbrıslı Türkler’i dışlayıp ikinci sınıf vatandaş rolü biçen) Kıbrıs’ta ne nedenli hegemonik bir şekilde Rum toplumu tarafından içselleştirildiğini gösteriyor. “Gerçek Kıbrıs” ve de “yarım Kıbrıslı” üzerinden dönen bu hegemonik söylemleri ve hal ile tavırları ister istemez bana şu soruyu sordurtuyor. Helen Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ile EŞİT ORTAKLIK üzerine yeni bir Federal çözüm (çözüm yerine barış deyenler de var) mümkün olur mu? Olsa da sürdürülebilir bir çözüm mümkün olur mu? Benim tecrübeme göre Federal bir çözüm çok zor olabilir ama olur da kurulursa da Kıbrıs Cumhuriyeti gibi ömrü pek fazla sürmez. Tarihsel olarak Kıbrıs Rumluk Sözleşmesi’nin adadaki hegemonik üstünlük arayışı ile Kıbrıs Türklük Sözleşmesi’nin Azınlık olmaya asla boyun eğmeyen şiarı oldukça, daha önceki ayrışmalar ve çatışmalar kaldığı yerden yeniden alevlenmeye başlaması malesef çok olasıdır!

Peki benim hiç mi pozitif deneyimim olmadı? Çok oldu. Bir sene süreyle Kıbrıs Universitesi’nde hem Rumca ders aldım hem de orda da ders verdim. Bir tane kötü olay yaşamadım. Bir sene boyunca arabamı hep oralara park ettim bir tane çizik veya lastik patlatılması ile karşılaşmadım. Öğrencilerimden hep saygı gördüm. Çok yakın kardeş gibi onlarca arkadaşım oldu, onlarla birlikte bu ülkede konulan sınırların hepsini aştık. Ancak hiçbiri ile Kıbrıs siyaseti üzerine odaklı değildik. Amaçlar hep insani konular üzerine yoğunlaşmıştı. Hatta Natalie ile birlikte Stelios foundation’a başvurduk Turkish speaking and Greek speaking Cypriot üzerinden kendimizi tanımladık ve ödülü de aldık. Psikolog Sue Lartides ile Home for Cooperation’da çok toplumlu seminarlar yaptık kişisel gelişim ve farkındalık üzerine. Ben bu iyi tecrübelerimi çözüm olur veya olmaz ölene kadar koruyacağım. 

Peki ben niye kötümser veya karamsar düşünüyorum onca iyi tecrübeme rağmen?

Rum tarafında yaşayan sivil insanlardan daha çok, siyasi partilerinden herhangi bir umut ışığı görmüyorum. Benim kötü tecrübeler yaşadığım iki olayın siyasi yansımalarını ELAM, EDEK, DİKO ve DİSİ’nin hepsinde görmek malesef mümkün. Neden bu siyasi partileri sıraladığımı sorarsanız benim NEDİSİ ile yaptığım siyasi görüşmeyi (CTP adına) referans olarak paylaşmam mümkün. NEDİSİ ile bir kez görüşme fırsatımız oldu ve o da ikili görüşmeydi. Kendi tabanlarının Kıbrıslı Türk’lerle herhangi bir sosyal etkinlik yapamayacaklarını çünkü parti tabanlarının buna hazır olmadığını söylemişlerdi. Tıpkı Anastasiadis’in Mevlüt Çavuşoğlu’na dediği gibi “benim toplumum hastanede Kıbrıslı Türk görünce rahatsız oluyor…Benim toplumum çözüme hazır değil.” Bir keresinde de Sayın Mehmet Ali Talat ve eşi Oya Talat hanımefendi ile gittiğimiz Leymosun’da 300 ELAM holiganı tarafından linç edilmeye çalışmıştık. O yaşayabileceğim en kötü tecrübeydi herhalde. Ancak o yapılanların sorumluluğunu sadece ve sadece ELAM’a yüklüyorum başka bir siyasi partiye değil.

Anastasiadis’in Mevlüt Çavuşoğlu’na dediği laflara geri dönecek olursak. Bence Anastasiadis’in iddialarının aksine Rum toplumundaki sivil insanlar, kurulu düzenin siyasi partilerinden daha evrensel ve daha insancıl bir konumdadırlar ancak siyasi partileri çok daha katı ve milliyetçi bir pozisyondalar ve toplumlarını kendi istedikleri yöne doğru yönlendirmeyi başarabiliyorlar. ELAM, EDEK, DİKO ve DİSİ aldığı oylarla Rum toplumunun %60 veya %70’ini kapsıyor. Zaten konu burada kapanıyor diyeceğim ama bir de sürekli ve hatta kronik şekilde ikircikli davranan AKEL var ki onun da kabarık sicilini diğer yazılarımda detaylıca anlattım.

Şimdi Başpiskopos artı bu siyasi partiler güdümündeki bir Rum toplumundan, sürdürülebilir Federal çözümü başarma konusunda neden pek umutlu olmadığımı umarım okurlara daha iyi izah edebilmişimdir.