Gerçekler inatçıdır. Gerçekler ısrarcıdır; unutulmaya ve unutturulmaya direngendir.Güç sahipleri, belki bir süre onları halının altına süpürebilir, kapalı kapıların ardına kilitleyebilir ve böylelikle geniş kitlelerin gözünden ırak tutabilir. Lakin ne kadar kamuoyunun gözünden ırak tutabilirsiniz? Lakin ne kadar üzeri örtülürse örtülsün, ne kadar karanlığa mahkûm edilirse edilsin, gün olur gün ışığına kavuşur. Bir çatlaktan sızar gerçek önce, ardından yolunu bulur ve kapalı kapıların ardından kafasını uzatarak görünür-bilinir olurlar. "Gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır." sözü boşuna sarf edilmemiştir.
Gerçeğin aydınlığa ulaşma serüveni -çoğu kez- faillerin itirafıyla başlar. Geçmişte kanlı ve kirli bir mekanizmanın dişlisi olanlardan biri, ya can korkusundan veya vicdan azabının taşınmaz yükünden dolayı konuşmaya başlar. Bu tür bir itiraf, çorap söküğü etkisi yaratır; arkası gelir. Faturanın tamamen kendilerine kesilmesinden korkanlar hemen savunmaya geçerler, tüm bu işler yapılırken yanlarında bulunan diğer isimleri gündeme getirirler, daha üst düzeyde sorumlulukları bulunanları işaret ederler. Gerçeğin önünü açan bu durumdan istifade edilmesi halinde kamuoyu gizlerin sırrına vakıf olabilir.
Böyle bir süreç var bugün Türkiye'de. Toprak altında yargısız infazlara kurban edilenlerin kemikleri aranıyor ve bu kemiklerden 1990'ların gerçeğine ulaşılmaya çalışılıyor. Meşum bir tarihin sis perdesi -bizzat o tarihin aktörlerinden birinin itiraflarıyla- aralanıyor.
Her şey bundan dokuz ay önce eski Özel Harekât polislerinden Ayhan Çarkın'ın itiraflarıyla başladı. Çarkın, Topal cinayetinden Tarık Ümit'e, Behçet Cantürk'ten Namık Erdoğan'a, Perpa baskınından üç üniversite öğrencisinin yargısız infazına kadar birçok olayı kamunun gündemine taşıdı. Açık sözlüydü Çarkın; yaptıklarının üç-beş raydan çıkmış güvenlik görevlisinin "münferit" vakaları olmadığını, aksine tüm cinayetlerin arkasında bir devlet politikasının bulunduğunu belirtiyordu.
Çarkın'dan sonra Mehmet Eymür konuştu. 9 sayfalık bir ifadesinde Eymür, insanın kanını donduran olaylar anlatıyor ve hukuk-dışına çıkan bir devlet yapılanmasının ne denli vahşi olabileceğini gözler önüne seriyordu. Eymür'e göre, bu yapının iki mimarı vardı: Başbakan Çiller'in eşi Özer Çiller ve Mehmet Ağar.
Bu ithamlara karşılık Ağar, yaptığının yanlış olmadığını ama birtakım kusurlarının olabileceğini ve bu kusurların da yapılan hizmetin niteliğinden kaynaklandığını söyledi. Yani Ağar'a göre yaptığı iş, bir "devlet işiydi" ve bundan dolayı suçlanması söz konusu olamazdı. Tüm bu açıklamalar ve dönemin diğer aktörlerinin tanıklıkları, 90'larda devletin izlediği politikayı açığa çıkarıyor. Kısaca izah etmeye çalışayım:
90'ların başında devlet, Kürt meselesinin demokratik yöntemlerle ve hukuk dairesi içerinde çözülemeyeceğine kanaat getirdi. Devletin en tepesinde, bu meseleyi kökten halletmek için gayri-hukuki bir yol belirlendi ve bu devlet politikası olarak kabul edildi. Çiller-Ağar-Güreş üçlüsünün şahsında siyaset, emniyet ve askeriyenin yekvücut halde hareket etmesini, medyanın bunu var gücüyle desteklemesini ve yargının da faillere kol kanat germesini öngören bu politikanın fetvasını Demirel verdi. Demirel'e göre, devletin her zaman rutini takip etmesi bir zorunluluk değildi, şartlar gerektirirse devlet rutin dışına da çıkabilirdi.
Hukukla bağını koparan devlet, önce PKK'ya yardım ve yataklık ettikleri iddiasıyla Kürt işadamlarını ve aydınlarını içeren bir "ölüm listesi" hazırladı. Başbakan Çiller'in "Elimizde PKK'ya yardım edenlerin listesi var. Bunlardan hesap soracağız." diyerek bu listeyi deklare etmesinden sonra Kürt işadamları ve aydınları öldürülmeye başlandı. Bolu-Düzce-Hendek arasında bir "ölüm üçgeni" oluştu. Diğer tarafta Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da da köyler yakılıyor, işkence ve kötü muamele normal bir sorgu yönetimine dönüştürülüyor, yargısız infazlara hız veriliyordu.
Ancak bir süre sonra bu politika tekledi. Çünkü işin ihale edildiği devlet çetesi, çok kârlı bir iş yaptıklarının farkına vardı ve Mehmet Elkatmış'ın deyimiyle "ölüm listesini, rant listesine dönüştürdü." Herhangi bir takibata uğramamanın ve yaptığının yanına kalmasının verdiği dokunulmazlık hissiyle çete, keyfince listeye yeni isimler ekledi, listedekilerden listeden çıkarılmaları –yani ölümden kurtulabilmeleri- için büyük meblağlar talep etti, haraçlar aldı. Bu devasa rant, zamanla çete içinde çatışmalara neden oldu ve sonunda yoldan çıkan çete 1996'da Susurluk'ta bir kamyona tosladı.
Çarpışmanın etkisi büyüktü; devletin tüm kirli ve karanlık işleri orta yere saçılmıştı, ucundan tutulursa tüm gerçeklere ulaşılabilirdi. Fakat o dönem bu mümkün olmadı. Söz konusu olan bir devlet politikası olduğundan, neredeyse tüm devlet organları bunu örtbas etmek için azami gayret gösterdi. Mesela siyasî iktidar, olayın üzerine gidecek cesareti göstermedi. MİT, TBMM'ye kapsamlı bilgi vermekten imtina etti. Genelkurmay, Veli Küçük hakkında soruşturma izni vermedi, bütün Güneydoğu JİTEM'in baskısı altında inlerken "JİTEM yok" dedi. Yargı, çete mensuplarını koruma yoluna gitti.
Ancak bugün farklı bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Çarkın'ın ifadeleri, Eymür'ün Ağar'ı adres göstermesi, ortaya çıkan yeni bilgiler üzeri örtülebilir cinsten değil. Bu itibarla yapılması gereken, o dönemde görev yapan tüm üst düzey devlet yetkililerinin soruşturulmasıdır. Bilhassa "devlet hizmeti" kalkanına sarılan Ağar'ın, askerlerin bütün faaliyetlerinin kendi bilgisi dâhilinde olduğunu söyleyen Güreş'in, "Devlet için, kurşun atan da, kurşunu yiyen de şereflidir." diyerek mafya mensuplarına kahramanlık payesi veren Çiller'in ve "Türkiye'nin bir resmi, bir de gayri-resmi hukuku var." sözüyle hukuk-dışılığı meşrulaştıran Demirel'in yargıya hesap vermesi büyük bir önem taşıyor.
1990'lar bu topluma şunu gösterdi: Hukukla irtibatını koparan devlet yapısının kirlenmesi, vahşileşmesi ve teröre sapması kaçınılmazdır. Böyle bir devlet derin yaralara ve tarifi imkânsız acılara yol açar. Eğer bu toplum, bir daha yaralanmak ve acılar yaşamak istemiyorsa 1990'lardaki gerçeği tüm çıplaklığıyla ifşa etmeli ve o dönemin sorumlularından hesap sormalıdır. Bunun için hükümete, yargıya ve genel olarak tüm toplumsal kesimlere büyük sorumluluklar düşüyor. Maalesef, hükümet ve yargının, şu an itibarıyla yapmaları gerekenleri yapmadıkları, gerçekleri ortaya çıkarmak için gerekli kararlılığa ve motivasyona sahip olmadıkları görülüyor. Bu nedenle gerçeğe varmak için -her zamankinden çok daha fazla- toplumsal ilgi ve baskıya ihtiyaç duyuluyor.
(ZAMAN – Dr. Vahap COŞKUN - Dicle Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi)