Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
İnsanlar robotlar gibi hissizleştiyse onları kim kurtaracak? Geçen haftalarda bir gün öğrencilerimle robotların geleceği üzerine bir tartışma yaptık. Acaba gelecekte bir gün hissedebilen robotlar yapılabilecek miydi? Öğrenciler ikiye ayrıldılar ve tartıştılar. Sonunda hissedebilen robotların yapılabileceğini iddia eden öğrenciler daha etkili düşünceler öne sunarak tartışmayı kazanır gibi oldu. Elbette yüreğimizden geçen robotların hissedemeyeceği düşüncesi idi, ancak tersini savunanların (her ne kadar bu iddiayı gerçekte çok da içten gelerek savunmasalar da) kazanmasının nedeni bilime duyulan güçlü inanç ve tartışmada haklı çıkmanın akla ve bilimsel kanıtlara dayanmasıydı.
Robotları savunanların işi kolaydı çünkü birincisi teknolojide olağanüstü gelişmeler olmuştu ve bu gelişmelerin sonu gelmiyordu. İnsanlar her hayal ettikleri şeyi yavaş yavaş da olsa gerçekleştiriyorlardı. Şimdiden çok iyi düşünebilen robotlar yapılmıştı. Örneğin, satrançta dünya şampiyonlarını bile yenebilen robotlar vardı artık; bu belki de yüz sene önce hayal bile edilemeyen bir gelişmeydi. Şimdi düşünebilen robot yarın neden hissedemesindi ki? İkinci ve çok güçlü kanıtlar insanların duygu ve düşüncelerinin nasıl oluştuğunun çözümlenmeye başlamasıydı. Biyolojik yaklaşımlı psikoloji, duyguların oluşumunda hormanlar, nörotransmiterler gibi manipüle edilebilen olguları keşfetmişti; bilişsel psikoloji ise hafızanın ve düşünmenin sırlarını çözmeye çalışıyordu. Böylece insanın yapısı bir gün tamamen çözümlenecek, gen çalışmalarının ve sibernetik biliminin de gelişmesiyle çok daha gelişmiş ve belki de insana çok yakın robotlar yapılabilecekti.
İlerde yapılır mı yapılmaz mı bilinmez ama ben bunun kesinlikle olamayacağına inananlardanım. Ayrıca bunun çok da gereksiz bir uğraş olduğu düşüncesindeyim, her şeyiyle insan gibi olabilen bir robot yapmaktaki amacımız ne olabilir ki? Sırf bunu başardık diyebilmek mi? Hele ki dünyada insan olabilmek için gerekli temel imkanların bile çoğundan yoksun milyarlarca insan varken. Peki diyelim ki yaptık, o robotun duyguları olsa bile komik bir şekilde biz onun duygularını ne kadar önemseyebileceğiz? Ne de olsa fabrikada istediğimiz kadar üretebileceğiz onlardan. Bu yıl bir milyar daha insan-robot ürettik ve fabrikada dünyaya gelebilmek için onları güç kaynaklarına bağlayacağız.
İşin acıklı kısmı, aslında bunun, yani robotlar yaratışımızın başka bir ölçekte şimdi de gerçekleşiyor olması. Bugünlerde gençler başta olmak üzere herkesin elinden düşürmediği akıllı telefonlar en yakın arkadaşlarımız arasında yerini almadı mı acaba? Pervin Yiğit’in “Rasyonel Hayvandan Hissedebilen Robota” yazısında çok güzel vurguladığı gibi insan kendi yarattığı şeylere tapmaya hatta onun kölesi olmaya çok eğilimli bir varlık. Bunun da önemli bir nedeni var. Çünkü insan gerek birey temelinde olsun, gerekse daha büyük toplumsal ölçekte olsun kendi yarattıklarına kendini katan bir varlık, ama bu durumu daha anlaşılır kılsa da içerdiği tehlikeyi azaltmıyor. İnsan kendi arzu ve eğilimlerini yansıtan bir yaşam, teknoloji ve ortam yaratırsa belki bundan başlangıçta zevk alabilir ama günün sonunda onu yarattığı anki eğilim ve tercihlerinin de sonsuza dek kölesi olarak kalır. Bu ister bir din, ister bir ideoloji ya da isterse teknolojik ürünler olsun. İnsanın kendi yarattıklarına tapması kendisine tapmasının bir uzantısıdır olsa olsa. O zaman insan tedavi edilemez bir narsist, bencil ve kendini beğenmiş bir yaratık haline gelir. Ne yazık ki insan olarak dünyaya gelmiş olmak ve seçme özgürlüğüne sahip olmak bizi kendi doğamıza tam ters işler yapmaktan alıkoymuyor. Bazen bu en değerli özelliğimiz olan özgürlüğümüzü tamamen işimize geldiği gibi anlayarak onu kötüye kullanmış oluyoruz.
Demokratikleşen Bilim
Gerçi Umberto Eco bilimle teknoloji arasında bir ayırım yapmamızı söylüyor. Ama teknolojinin anası olan bilim de kontrol altına alınmadığında düşüncelerimizin ufkuna sonsuza dek perde çekme gücüne sahip görünmektedir.
“Bilim, kitle iletişim araçları tarafından, insanlığı şeytani bir gururla yavaş yavaş yıkıma götürmekle suçlanarak, sıklıkla eleştirilmektedir. Büyük bir olasılıkla bilim ile teknoloji birbirine karıştırılmaktadırlar. Nükleer silahlardan, ozon tabakasındaki delikten, buzulların çözülmesinden, vesaire, bilim sorumlu değildir: Aksine bilim, ilkelerini uygulayarak sorumsuz teknolojilere güvendiğimizde, karşılaşacağımız tehlikeler konusunda bizi uyarır.” (Umberto Eco, Yengeç Adımlarıyla, syf 321)
Hangi bilim bizi uyaracak? Neden bugüne kadar uyarmadı? Uyardıysa da neden işe yaramadı? İş işten geçtikten sonra uyarmanın değeri nedir? Paul Feyarebend bilimin demokratikleşmesinden bahsederken haklıydı. “Şüphesiz bilimin demokratik denetimi bazı bilimadamlarını çok hoşlandıkları birtakım şeylerden mahrum bırakabilir, fakat dikkat edilmelidir ki var olan durumda bilimadamları, bilimadamı olmayanları çok hoşlandıkları birtakım şeylerden mahrum etmektedir.” (Paul Feyarebend, Akla Veda)
Bilime ve onun en büyük hayali olan ölümsüz robotlara ve kendimizi bir gün o robotlar gibi ölümsüz yapacağımıza olan inancımız, geçiciliğimizle baş edemeyişimizin bir göstergesi değil mi? Öğrencilerimle daha önce yaptığımız başka bir tartışmada yaşamın iyi mi kötü mü olduğunu tartışmıştık ve gene istenmeyen bir şekilde yaşamın kötü olduğunu iddia edenler kazanmıştı. Elbette biz bu tartışmaları son derece neşeli ve mizahi bir tutumla yapıyoruz ve bazen sırf kendimize meydan okumak için inanmadığımız görüşü savunabiliyoruz. Ve tabii ki yaşamın güzel olduğu ve olacağı duygusu ve umudu da ruh sağlığımız için kaçınılmazdır. Ancak gene de aklımızla tartıştığımızda sonuçların yanlış çıkması kaçınılmaz. Neden mi? Çünkü akıl hiçbir zaman mantık kurallarının dışına çıkmamıza ve kanıtı olmayan şeylere inanmamıza izin vermiyor. Bu yüzden de dünyanın iyi olduğuna inanmakta zorlanıyor. Öyle ya her yerde acı, kan ve savaşlar varken, yaşam pamuk ipliğine bağlı görünürken nasıl mutlak bir iyilikten bahsedebiliriz ki? İyi olduğunu düşünse de bizzat onun iyi olduğuna inanan o insan, o akıllı varlıkta yok olup gitmeyecek mi? İşte tam da bu nedenle yaşamın iyi olduğuna inanmıyor akıl. Çünkü aklımız bireysel varlığımızı korumaya ve yüceltmeye adanmış ve işe kendi benliklerimiz açısından bakınca da dünya bize kötü bir yer olarak görünüyor.
Gerçeklik ve Bilimin Öznelliğimizde Birleşmesi
Oysa ki tek tek bireyler için sonsuz iyiliği bulmaya çalışmak üzere dünyadaki değişimi ve yenilenmeyi durdurmamız gerekmez mi? Aklıyla kendini yücelten ve çok büyük güce ulaşan insanların da yaptığı şey budur. Kendi STATÜKOLARINI YARATMAK. Siyasette nefret ettiğimiz şey tam da bu değil mi? O halde aklı savunamayız ve onun sadık hizmetkârı teknolojiyi de. Bir noktaya kadar bilimin ve bilimsel düşüncenin insanlığın yararına olduğu söylenebilir, ama tıpkı o da kurumsal din gibi zihnimizi tek tip bir açıklama biçimine inandırmaya çalışmaktadır. Tabii ki sonuca ulaşmaya değil sürekli düşünmeye değer veren gerçek bilim insanlarının yaptığı faaliyetleri bunun dışında tutuyorum. En doğru tutumu takınmış bilim insanları gerçeği kavramak için ona tümüyle nüfuz ederek evrenin sonsuz gizemini hem açmayı hem de onu açtıkça daha çok keşfetmeyi bir tutku haline getirmişlerdir. Onlar için evren bir gün her yönüyle açıklanacak bir makine değildir. Zaten gerçekliğin sonsuz karmaşıklığına ve derinlerdeki mükemmel işleyişe tanık oldukça, bu tanık olma halinin de bunun bir parçası olduğunu sezinlerler ve kendilerini bu büyüye kaptırmaktan alıkoyamazlar. Bu mükemmel işleyişe tanık olmak ve sırlarına kafa yormak da öncelikle çevremizdeki olaylar hakkındaki kalıplaşmış tek yönlü gerçeklik safsatalarını bırakmak ve saflaşmakla başarılabilir. Bu nedenle Einstein, “Bilim her günkü düşüncelerimizin saflaşmasından başka bir şey değildir” demiştir.
Bu yüzden gerçeğe kendini adamış her insanın eksiksiz bir biçimde bilim insanı olduğunu iddia ediyorum. Bilimin herhangi bir kurumsallaşmış dalında bulunmanıza gerek yoktur. Hatta kurumsallaşmış bir yapının içinde bulunmak çoğu zaman saf merakınızı öldürecektir. Gerçek bilim yaşantının içindeki gerçeğin keşfedilmesidir. Ve gerçek ‘yaşantıdan’ başka bir şey değildir. Gerçeklik sadece ve sadece yaşanan bir şeydir. Gerçeklik kendisinden uzak durup yaklaşabileceğimiz bir nesne olabilir mi? Ne zaman insan gerçeklikten ayrı olabilir ki? Olsa olsa kendini komik duruma düşürerek gerçeklikten ayrı olduğuna inanabilir. Bunu ispatlamaya bile gerek yok, o kadar ortada duruyor ki. Ne yazık ki çoğu zaman göremiyoruz bu kadar açık bir gerçeği. Gerçek benim her günkü yaşantımsa, Einstein’in dediği gibi bilim de bu her günkü gerçeğe ilişkin düşünce ve algılarımızın saflaşmasıdır. Batı felsefe ve bilim geleneği teori ve pratiği de ikiye ayırmış durumdadır. Teori pratiğe geçmeden önce deney ve gözlemlerle sınanmak zorundadır. İşte tam da bu nedenle tam bir teori ve pratiğe ulaşamıyoruz. Çünkü teori pratikle arasına mesafe koyduğu anda ölü bir düşünceye dönüşüyor. Söze, kurallara ve formüle dökülebilen hiçbir teori gerçekle örtüşemiyor, bu nedenle de sonu gelmez kuramlar yaratarak ve bu kuramlar sürekli yetersiz kalınca da onları değiştirerek bilim yaptığımızı sanıyoruz.
Gerçeklik Aşkı
Gerçeği dışımızda bir şey olarak ele aldıkça onu anlamakta daha da aciz kalıyoruz. Gerçek sadece ona âşık olunarak anlaşılabilir. Tıpkı bir insanı ona âşık olmadan gerçek anlamda göremememiz gibi, gerçeği de bütün kusurlarıyla sevebilmemizin tek yolu ondan ayrı hiçbir şeyimiz kalmayana dek onun içinde erimemizdir. Peki insan nasıl eriyebilir gerçeğin içinde?
İşte bu basit, sıradan, büyük sır bizden ne yazık ki vermek istemediğimiz tek şeyi istiyor. Yani hayali benliğimizi. Çok sevdiğimiz yanılgılarımızı, anılarımızı. Bize vaat ettiği şey şu: Anılarını bana verebilirsen seni gerçeğin sonu gelmez âleminde özgür bırakırım. Bunu söyleyen dışımızdaki bir gerçeklik de değil. Bizzat kendi en iç doğamız bize bilgilerimize, yaşadığımız geçmişteki olaylara bağlanmamamızı söylüyor. Çünkü onlara bağlandıkça gerçeğin bütün görkemi, neşesi ve saflığıyla içimizde akmasına engel olmuş oluyoruz. Ey yüce insan! Bana anılarını ver, kendin olduğunu sandığın şeyi ver, kendini arındır onlardan, ben de sana yeniden yaşamı ve yeniden bütün özgürlüğünle yaşama gücünü vereyim. Bunu bireyselliğimin ötesinde, önünde, ardında duran her şey söylüyor. Bunu bilmediğim, bilmediğim için korktuğum şeyler söylüyor. Akıl ve bilim tam bu noktada önüme dikilip bu projeden beni vazgeçirmeye çalışıyor. O bizim yaşamamızı değil, onun hizmetinde olmamızı istiyor. Bir anlamda dünyayı tam şu anda robotların yönettiğiniz söyleyebiliriz. Çünkü aklın ve bilimin yapısında, özünde dünyayı sınıflara ayırıp çözümlemek, analiz edip güç kazanmaktan başka hiçbir şey yok. Tıpkı bir bilgisayar gibi, devasa hesaplar yapıp en doğru hamleyi bulmaya çalışıyor. Akıl ve bilimle güdülenen dünyamızın tek bir isteği var, evren üzerinden mutlak hakimiyete ulaşmak, gücünü pekiştirmek ve korumak. Bunu kendisi sanki ayrı bir güç ve varlıkmış gibi istiyor. İnsan artık kendi kurduğu akılcı sistemin bilimle ayartılmış bir kölesinden başka hiçbir şey değildir.
Anti Teknoloji Devrimi
Akılcılık ve bilim, duygu, sezgi, hayal ve bunların da ötesine ulaşan birçok yaşantımızdan haberdar bile değildir. Onlara o tektipleşmiş nesnellik gözlükleriyle bakarak bütün insani yönlerimizi dışlar ve en derinlerdeki gizli arzusu da insanın yerine geçecek mükemmel robotlar yaratmaktır. Bilimkurgu gibi görünse de bu sözlerimizde gerçeklik payı çoktur. Ne yazık ki bunu kısmen gerçekleştirmiş ve makineleşmiş insanlardan oluşan dev bir yıkım makinası olarak dünyayı büyük bir hızla yok etmektedir. Onda doğal, insani hiçbir şey kalmayana dek de bunu devam ettirecektir. Matrix filminin tamamıyla uydurma olduğu söylenebilir mi? Bu bir insanlık mücadelesidir. Bana kalırsa sonunda dünyadaki ulusların birleşmesine kadar gidecek bir savaşın başlangıcındayız. İnsanları robotlara dönüştüren zihniyete ve onun siyasetteki yansımalarına karşı bilinçle felsefeyle ve sevgiyle mücadele etmeliyiz. Gelecekteki devrim anti teknolojik bir devrim olacaktır. Bu devrimden sonra bilim sıkı bir denetim altına girecek, nükleer silahlar ve teknolojiler kesinlikle minimuma indirilecektir. İnsani bilimler, sanat, felsefe ve din gerçek yapıcı aklın ışığında yeniden canlandırılacaktır. Ve en önemlisi bizzat aklın kendisi de çok daha kapsayıcı ve yepyeni bir forma bürünecektir. İnsanların kullandığı dil çok büyük değişiklikler geçirecek ve paradoksal düşünceye imkân veren yeni bir mantık benimsenecektir. Gerçek çoğulcu düşünce ve algı yapılarının sonsuz bileşimini destekleyen canlı ve özgür bir eğitimin kapıları açılacaktır. En ilkelinden en karmaşığına bütün yaşam biçimlerine saygı duyulacak ve bunlar korunacaktır. Doğu ve Batı gelenekleri uyumlu bir dünya görüşü için harmanlanacaktır. Bu devrimsel dönüşümden önce çok büyük doğal ve insani felaketlerin olması kaçınılmaz olsa da yeni çağ, bu sorunlarla baş edecek yolları bulmak zorundadır. Gerçeğe gözlerimizi daha fazla kapatamayız.