Yılmaz Akgünlü
Ah keşke yaşadığımız çağ,
eski adetlerine geri dönebilse!
Ama sahip olma tutkusu çılgınca yakıp kavurur..
Yukardaki sözler çağımızda yazılmış değil, bundan bin beş yüz sene önce Boethius tarafından kaleme alınan Felsefenin Tesellisi adlı yapıttandır. Ancak sanki de günümüzde yazılmış gibi gelebilir. Boethius bile o kadar uzun zaman önce sahip olma tutkusundan yakınıyor. Boethius'dan önceki çağlarda, daha büyük uygarlıklar kurulmadan önce muhtemelen insanların sahip olabilecekleri çok fazla mal mülk yokken nasıl bir ortam olabileceğini hayal etmek çok da zor değildir. Günümüzde hala daha insanların fakir ama alçakgönüllü yaşadıkları yerler fazla olmasa da bulunabilir.
Uygarılığın en büyük hastalığı sahip olma çılgınlığı desek pek de yanılmış olmayız. Bugün bir ulusun başarısı ve zenginliği sahip olduğu kültürel değerler ve insanlarının erdemliliğiyle değil de maddi zenginlikleriyle ölçülüyor. Bu hastalık toplumun büyük çoğunluğuna sirayet etmiş durumda. Sahip olma tutkusunu besleyebilecek ana kaynak olan doğa ise büyük ölçüde tüketilmiştir. İnsanlar daha çok şeye sahip olamadıkları için mutsuzlar. Sahip olma bilinci o kadar köklü bir şekilde yerleşmiş ki, sadece maddi şeylere değil, mutluluk ve sevgi gibi manevi değerlere bile sahip olabileceğimize inanıyoruz. Bize mutluluğu öğretecek kurslara gidip, kitaplar satın alıyoruz. Saygınlığımız, paramız ve fiziksel güzelliğimizin gücüyle iyi bir eşe, sevgiliye sahip olmaya çalışıyoruz.
Sahip olmaya dayalı yaşam biçimimizin dayandığı temel mantığı inceleyecek olursak:
Bir şeye sahip olduğumuzda o şey kısa ya da uzun bir süre boyunca bize ait olur ve birşey yapmadan ondan beslenmeyi umarız. Arabamız, evimiz, giysilerimiz, kitaplarımız orda durdukları sürece bizi beslemeye devam ederler. O yüzden de artık etkin olmama gerek yoktur. Ben paramı kazanıp sonra istediğim nesneyi satın alarak ona sahip olmakla başarıya ulaşmışımdır. O nesneyi ben yaratmam, üretmem, türlü zahmetlere girerek onun üretim sürecinin bir parçası olmam, hatta nasıl üretildiğiyle de ilgilenmem. O nesnenin üretiminde ortaya konan emek ya da yaratıcılıkla ilgilenmem bile. Bu yüzden de o nesneyi gerçek anlamda sahiplenmem, kendi yarattığım bir nesne gibi onun üzerine titremem, değerini yeterince bilmem. Onu kolayca elimden çıkarıp başkasını satın alabilirim. Tam da bu nedenle bir nesneye gerçekten sahip olamamanın ezikliğini daha fazla sayıda nesne elde ederek gidermeye çalışırım.
Eskiden insanlar kendi elleriyle dağdan kestikleri kütüklerden yaptıkları evlerinde yaşarlarken, sandalyelerini, masalarını, yataklarını da kendileri yaparlardı. Kendi koyunlarının yününden kazaklar örerlerdi. Sahip oldukları her nesnenin yaşam hikayesine az ya da çok katılırlardı. Yedikleri patatesi, soğanı, yumurtayı kendileri üretirlerdi, ya da uzun mesafeler yürüyerek meyve, ot, mantar toplarlardı. Bunlarla pişirdikleri yemek onlara daha da lezzetli gelirdi.
İnsanlar doğanın içinde yaşarken, bütün doğal varlıkların bir yaşam süresi olduğunu ama yok olan varlıkların yerini hemen bir başkasının aldığını görerek asıl olanın doğa olduğunu görebilirlerdi. Kendi benliklerine aşırı ölçüde değer verip kendilerine tapmadıkları için doğayla olan ayrılmaz bütünlüklerini hissetmeleri çok daha kolaydı. Bu nedenle ölümün yaşam döngüsünün doğal bir sonucu olduğunu kabullendikleri için öldükten sonra varlıklarını devam ettirme saplantısı içinde değildiler. Çünkü bilirlerdi ki onların gerçek varlığı her zaman doğanın bir parçasıdır. Yaşam bir bedensel biçimden diğerine akıp giden bir güçtür. Onlar bu gücü anlar, ona saygı duyar ve bu güce uyum sağlayarak benliklerini o güce uyumlandırırlardı.
Ancak günümüzde insanlar her şeyle savaşmaya koşullanmışlardır ve ölümü de alt edilecek bir düşman olarak görürler. Ölümü alt etmenin yolu ise daha çok şeye sahip olup toplumda saygın bir isim edinmek, o saygın ismin çocukları yoluyla sürmesini sağlamaktır. Yani aslında garip bir şekilde insanlar kendi varlıklarını değil, varlıklarını temsil edilen bir ismi ölümsüzleştirmek istemektedirler. Sanki isimleri yaşayınca kendileri yaşayacakmış gibi bir yanılsama. Oysa bir insan ismi değildir. İsimler gerçekleri temsil bile edemez, sadece bazı nesneleri sanki onlar bütünden ayrıymış gibi "işaret ederler".
Bizler biçimi gerçeklik olarak görme eğilimindeyizdir. Yani benim şu anda insan biçiminde olmam, ya da bir ağacın ağaç biçiminde olması, sanki ağaç belli bir biçime sahip olan bir varlıkmış gibi. Ya da ben kendim büründüğüm bu biçimmiş gibi. Oysa dünyaya olduğu gibi bakıp onu kendi çıkarları ve algısıyla çarpıtmadan izleyen birisi, gördüğü duyduğu her şeyin bir biçim olduğunu görür. Yani hiçbir şey değişmez bir öze sahip değildir. Dünya biçimlerin, şekillerin bitmek bilmez kervanıdır. Bir sirke giden küçük bir çocuğun kuklaları, palyaçoyu görüp de gerçek sanması gibi, biz de çevremizde olanları ve en başta da en çok gözlemlediğimiz nesne olan kendi bedenimizi gerçek sanmaya başlarız. Castaneda'nın Kartalın Armağanı'nda Don Juan şöyle der:
İnsan biçimini yitirmek, bir sarmal gibidir. Bir savaşçıya kendisini düz enerji alanları gibi anımsama özgürlüğü verir ve bu da onu büsbütün özgür kılar.
Şu anda bilmediğimiz, görmediğimiz, olmadığımız şeyi olmak için önce kendi biçimimizi kaybetmeyi öğrenebilmeliyiz.
Ancak, biçimimiz ortadan kalkınca biz de ortadan kalkacağımıza inanırız. Sahte bir kurtarıcı insanoğlunun bu nokta da imdadına yetişir: Sözcükler gelir ve ben seni kurtaracağım der. İşte sana bir isim veriyorum ve artık sen sonsuza dek var olacaksın!
Sözcüklerin gerçek işlevine bakalım. Sözcükler bu dünyayı bilinmez ve gizemlerle dolu bir yer olmaktan çıkarır ve bize onun üzerinde gezmemizi sağlayacak bir harita verir. Dünya ülkelere, kentlere, köylere, insanlara ve bin bir türlü nesneye bölünür. Artık nerdeyse bütün dünya üzerinde hareket edebilir ve örgütlenmiş toplumlar aracılığıyla birçok farklı şeyi deneyimleyebiliriz. Sözcükler nesneleri tanımlar, onların ne olduğunu nasıl kullanılacağını bize bildirir, böylece son derece kullanışlı bir dünyamız olur. Dünyayı işe yarar hale getiren sözcüklerden oluşan ağ, algımızı içine hiçbir başka şey (gizemli, bilenemez) sızamayacak şekilde kilitler. Bir masa sadece üzerinde yemek yenilecek ya da çalışılacak bir nesnedir, masanın üstünde uyumayız. Sözcüklere göre güneş bizi ısıtan bir enerji kaynağı, dağlar taşlar cansız ve hissiz varlıklardır. Dünya altı kıtaya ve yüzlerce ülkeye bölünmüştür. Sevdiğimiz insanlar bizi sever, nefret etmez. Duygular olumlu ve olumsuz diye ikiye ayrılır. Bir ruh halinin aynı anda birçok farklı ve zıt bile olabilen duygulardan oluşmasını pek de deneyimleyemeyiz. Öfke sevgiyi içermez görünür. Oysa öyle değildir. Cennet ve cehennem iç içedir. Gökyüzü ve yeryüzü asla ayrılmamıştır. Yoksa ayrılmış mıdır?
Yani sözcükler olmadan yaşam mümkün müdür? Ya da onların algımızı kilitlemediği bir şekilde var olmayı öğrenebilir miyiz? Sınırsız bir evrenin bir parçası olduğum halde artık kendimi sınırsız hissedemiyorum. Neden mi?
Çünkü. Konunun başladığı yere dönecek olursak, her şeye sahip olma temelinde yaklaşan bir dünyada yaşıyorum. Ve bu dünyanın bana öğrettiği, toplumsal işleyişe temel olan en önemli şeyin sahiplik olduğudur: Dünya parçalara bölünmüştür ve biz de bu parçalardan az ya da çok bir kısmına sahip olarak var olabiliriz ancak. Mümkün olduğunca çok şeye sahip olmak mümkün olduğunca çok var olabilmektir. İyi bir mesleğe, iyi arkadaşlara, iyi düşüncelere, hobilere vs. sahip olmam gerekir. Bütün mal mülk gibi sahiplikleri bir kenara koyabilsem bile, sahip olduğum düşünceleri, kendim ve dünya hakkındaki bilgilerimi bir kenara koyamam.
Hiçbir düşünceye sahip olmayan bir insan kendini boşlukta bulur. Ayakları yerden kesilmiştir. Sanki uçup gidecek, kaybolacak gibi hisseder kendini. Oysa evet, uçup gitmeli, kaybolmalıdır. Kendini kaybettiğinde bulmayan var olmuş sayılabilir mi? Var olmamanın ıssız boşluğundan geçmeyen var olmuş olabilir mi? Olamaz ve olamadığı gibi hiçliğin gerçek gücüne sahip olamaz, hiçlik onu sürekli yok olmakla tehdit ederken o bu blöfe kanmış ve kendisini çevreleyen sonsuz hiçliğe böylece yenilmiştir.
Oysa hiçlikten kaçarak bir şeye sahip olan, sahip oldukları tarafından yönetilir hale gelir.
... "O halde herkesin kendi parasını korumak için dışardan bir desteğe gereksinimi var, değil mi?"... Bunu kim reddedebilir dedim. "Ama kişinin kaybedeceği bir parası olmasaydı, böyle bir desteğe de gereksinimi olmazdı değil mi?" "Bundan hiç şüphem yok" dedim. "Öyleyse durum tersine döndü: Kişinin kendisini yeterli kıldığına inanılan zenginlik, insanları başkasının yardımına daha fazla gereksinim duyar hale getirir"... ( Boethius, Felsefenin tesellisi)
Sahip olduğumuz, kendimizi özdeşleştirdiğimiz bir nitelik yoksa, ki gerçekte bu böyledir, hiçbir şeye sahip değilizdir; o zaman kendimizi kendimiz olmadığını düşündüğümüz şeylerle de bir kılabilme özgürlüğüne sahip oluruz. Düşmanımız olmadığı için her şeye tarafsız bir gözle bakabiliriz, korkularımızı atarız. Erkek de değilizdir, kadın da, küçük de büyük de. Mutlu da değiliz, mutsuz da, bu nedenle bilmediğimiz, sahip olmadığımız ama üzerimize etki eden bir mutluluk oluruz.
Bir insan, ansızın algı duvarlarından sızan bir deneyim yaşasa da, bu deneyimi koruyamaz, ona bir isim vermeye ve kendisinin yapmaya çalışır. Baharın güzel kokularını gidip kırlarda almak yerine, parfümler sürmeye, evimizi saksı çiçekleriyle donatmaya çalışırız. Oysa hiçbir şey engin kırların yaydığı baş döndürücü kokuların ve mis gibi havanın yerini tutamaz. Erich Fromm, Sahip olmak ya da Olmak kitabında şöyle diyor:
Bir yaşantıyı veya bir anıyı düşüncelere ve sözcüklere dökmeye başladığımız anda, onun bizden kaçtığını, değiştiğini, ışığının sönüp, kuru bir düşünce haline dönüştüğünü sezeriz. Bu nedenle "olmak", sözcüklerle anlatılamaz, ancak birlikte yaşanarak aktarılabilir. "Sahip olmak" ilkesinde ölü sözcükler hüküm sürerler, "olmak" da ise tanımlanamayan canlı deneyimler, yaşantılar ve izlenimler.
Hani ünlü bir örnek vardır, hiç elma yememiş birine elmanın tadını nasıl anlatırsınız? Anlatımınızda başka meyvelerden örnekler verseniz bile, asla bir elmanın kendine has kokusunu ve tadını tariflerle başaramazsınız. Biz içinde bulunduğumuz dünyayı yaşamıyoruz, onu düşünüyoruz. Sadece aklımızla bilebileceklerimizi bilgi saydığımız için, aklımızın bilemedikleriyle olan bağımız tamamen kaybolmuş durumda. Bu nedenle bazı yaşantılarla bağımız tamamen kopmuş durumdadır. Rüyalarımız, yalnızlık, bilgisizlik ve bilinçsizlik, ölüm ve diğer bilinç düzeyleri hakkında korkularla ya da mitlerle doluyuz. Onları deneyimleyecek bilgeliğimiz, gücümüz yoktur.
Peki aklımızın almadığı karanlıkta kalan dünyayla, ki o dünya bildiğimiz dünyaya kıyaslanınca sonsuz büyüklüktedir, nasıl bağlantı kurabiliriz? Onu kendi eksik gerçekliğimizin diğer yarısı haline getirebiliriz?
Bunu başarmanın yolu şüphesiz mevcut algılama biçimimizin sınırlılıklarını araştırmak, deneyimlemek ve daha üstün bir algılama biçimi için çalışmakla mümkündür. Eğer toplumun bize verdiği bu algısal düzenlemeyi mutlaklaştırırsak bunu nasıl başarabiliriz? Öncelikle çok daha yüksek bir kapasiteye sahip olduğumuza inanmalıyız. Bu yönde çok kuvvetli bir inanç olmadan yeni ufuklara açılabilmek mümkün müdür? Kristof Kolomb engin denizlere açılarak Hindistan'ı bulacağına inanmasaydı bunu başarabilir miydi? Kristof Kolomb öncelikle bir paradigma değişimini başarmıştır. Dünyanın düz değil, küre şeklinde olduğuna inanmaya başlamıştı, ki bu onun zamanında büyük cesaret isteyen bir inanıştı.
Günümüz dünyasında dünyanın düz olmadığına inanıyoruz. Doğrusal ve tek boyutlu dünya inancını terk ettik. Ama evrenin temel yapısına ilişkin algımız hala doğrusal; coğrafi alanda büyük bir devrim yapıldı, insanın temel varlığına ilişkin devrimi başaranlar ise azınlıkta. Biz hala zamanı düz bir çizgi gibi gören doğrusal algıya mahkûmuz. Buna göre, başlangıçlar ve sonlar, nedenler ve sonuçlar vardır. Şu anki aklımız zamanın geçmişten geleceğe doğru aktığını söyler. Nedenler sonuçlardan önce gelir. Oysa algımızı daha üst bir boyuta çıkarabilsek, sonuçların da nedenleri doğurduğunu, ya da geleceğin de şimdiki zamana doğru aktığını, ve aynı şekilde zamanın şimdiden de geçmişe doğru aktığını görebilecektik.
Şimdiki algımıza göre imkânsız şeyler ve imkânlı olan şeyler vardır: doğa yasaları çiğnenemez, oysa doğa yasaları evrenin sonsuz yasaları değil, belli bir algı düzeyinde geçerli olan yasalardır. Göremediğimiz bağlantıları yok sayma eğilimindeyizdir. Evrenin başından sonuna kadar bütün süreçlerine tanık olmadığımız halde sanki tanık olmuşuz gibi davranırız. Bilimsel yöntemlerle araştırılamayan konuları yok sayarız. Başkalarına nesnel bir şekilde aktaramadığımız bilgilerle ilgilenmeyiz.
Örneğin rüyalarımızda doğa yasaları hüküm sürmez. Rüyamızda türlü imkânsızlıkları yaşarız. Rüyanın akışı içerisinde oradan oraya uçar, farklı kimliklere girer, hiç olmadık ve mantığa uymayan şeyler yaşarız. Ancak nedense hiçbir zaman böyle saçma şey olur mu diyerek rüyamızdan uyanmayız ve tam tersi o saçma dediğimiz şeyleri büyük bir keyif ve özgürlükle yaşarız. Bunun nedeni rüyaların dış dünyayla olan ilgimizin tamamen ortadan kalkmasıyla yaşanmasıdır. Bu nedenle hiç kimseye hesap vermeyeceğimiz, kimsenin bilip görmeyeceği tamamen kişisel bir alanda rüyaları özgürce yaşayıp yeni deneyimler kazanabilmemizdir. Peki kimdir bu rüyaları yaratan? Bu kadar özgün ve yaratıcı biçimlerde uzun ve tuhaf senaryoları yazan ve bunları gerçekmiş gibi hissettiren bize? İşte bu çok önemli bir soru.
Rüyalarımız bizim gizli bilgeliğimizdir. Toplumsal bilginin egemenliğinin bittiği yerde ortaya çıkan sınırsız özgür varlığımızın bir eylemidir. O bize her şeyin mümkün olduğunu anımsatır. Bize çok farklı hisler yaşatarak günlük gerçeğin katı cehenneminden kurtarır. Uzun süre rüya görmeyen insanların delirme noktasına gelmesi de bundandır.
Demek ki sahip olma güdüsü bizi insan olmanın bütünlüğünden koparıyor, kendimizi yaşayamayan, yarım yamalak insanlar haline geliyoruz. Toplumun, herkesin bir parçası olarak edindiğimiz algı biçimi dogmatikleşiyor ve bizi gerçeği bütün olarak görüp bütün dinginliği ve mutluluğuyla yaşamaktan alı koyuyor. Castaneda'nın Erk Öyküleri'nde yazdığı gibi:
İnsanlar algılayıcıdır, ama onların algıladığı dünya bir yanılsamadır: doğduğu andan başlayarak ona anlatılan betimlemeden yaratılmış bir yanılsama.
Yani aslında, insanoğlunun aklının sürdürmek istediği dünya, bir betimlemenin desteklediği, ve kendi aklının kabullenmeyi ve savunmayı öğrendiği - dogmatik, dokunulmaz kuralların yarattığı bir dünyadır.
İnsan gerçek anlamda aklını kullanmış olsaydı yarattığı bu dünyanın akıldışı bir dünya olduğunu kolaylıkla görebilirdi. Akılsız bir akıl çağı diyebiliriz buna. Göremediklerine gözünü kapatan bir akıl akıllı olabilir mi? Ya da aklın insanın en üstün meziyeti olduğuna inanan bir akıl? Yani kendini beğenmiş bir akıl akıllı olabilir mi? Bu yüzeysel ve yanılsama yaratarak bizi kandıran akıldan kurtulmanın en iyi yolu ona bir dur diyebilmekte. Dur, sus bakalım. Biraz da başkalarını dinleyelim. Biraz da sen hiç karışmadan algılarımı dinleyim. Sen bozmadan duygularımı yaşayım. Sen biraz geride dur da sezgilerim açığa çıksın. Bir saat, bir gün, bir hafta bile aklı tatile yollayabilsek, daha üstün, sezgisel, duygusal ve bedensel yetilerle donanmış bir aklın idareyi ele almasını sağlayabiliriz.
Sahip olma yöneliminden kurtulup dinamik, yaratıcı, esenlikle dolu bir zihne kavuşmanın yolu bu konu üzerinde epeyce durmamızı ve bir şeyleri değiştirmemizi gerektiriyor. O zaman açılabileceğimiz yeni ufukların sonu gelmeyecektir.
Bir an önce sarsmaya başlamalıyız gerçek denen yalanı.
... devam edecek...