Uzun süredir yediğimiz gıdalardan içtiğimiz sudan huzursuzuz. “Gıda güvenliğimiz yok” diyoruz, gıda güvenliği yasasının artık bir an önce çıkmasını istiyoruz ama, onu da başaramıyoruz. Yıllardır aslında hazır olan gıda güvenliği yasası sırf iki bakanlığın yetki karmaşası yüzünden çıkarılamıyor. Yani halk sağlığımız, çocuklarımızın sağlığı maalesef birkaç kişinin yetkisi adına heba edilebiliyor.
Ve “pestisit bakıyoruz, rahat olun” diyorlar ama, yine dönüp şunu da diyorlar ki “her ürüne pestisit bakamayız ki... Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar tahlil yapılmıyor”. Evet doğru dünyanın hiçbir yerinde bu kadar çok tahlil yapılmıyor, çünkü dünya ürettiği ürünleri sertifikalandırıyor ve sınırlarından sertifikasız ürün geçmesine asla izin vermiyor. Tüketiciye toprağını, suyunu ve ürününü tahlil ettiğiniz kendi üretiminiz ürünleri yedirmek, sınırlarınızdan kendi ülkesinde zaten tahlil edilmiş ve sertifikalandırılmış ürünleri geçirmek zorundayız. İşte o zaman bu kadar çok tahlil yapmamıza gerek kalmaz.
GIDA GÜVENLİĞİMİZ HAK GETİRE…
Peki bizde durum ne? “Sertifikalı ürüne geçelim” diyoruz. “Hayır, bu bize çok pahalıya mal olur, hemen olmaz” diyorlar. Sadece ürünlerdeki pestisitin (zehrin) miktarına bakıyorlar. Peki ama sayısı? Buna bakılmıyor. Yani bir üründe az miktarda isterse on beş tane zehir olsun, bizim yasalarımıza göre önemli değil. Halbuki az miktarda olan bu zehirler biriken etkiyle (kümülatif) çok zehirli bir hale dönüşebiliyor. Örneğin Almanya sınırlarından üç pestisit miktarından fazlasını içeren bir ürünü geçirmiyor. Bizim gıda güvenliğimiz ise bu durumda.
Tarımın ve Gıda Güvenliği konusunun giderek serbest ticaretin konusu haline gelmesi aslında 1980’lere denk gelmektedir.
Tarımın serbestleştirilmesinde asıl hedef gelişmekte olan ülkelerdi. Örneğin Avrupa Birliği Ortak Tarım Politikası ile çiftçisini sübvanse etmeye devam ederken, Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulduğu Uruguay toplantıları kapsamında ulus devletlerden tarımsal destekleri azaltmaları, tarım ürünleri ithalatı üzerindeki kısıtlamaları kaldırmaları ve tarımsal ürün ihracatına verilen teşvikleri düşürmeleri isteniyordu.
Dünya Ticaret Örgütü ilerleyen yıllarda da bu politikada ısrarcı oldu. Yetkililer gerekçe olarak şunu öne sürüyorlardı: Gıda güvenliği bir ülkenin kendi kendine yeterli olması ile aynı anlama gelmez; daha ziyade uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi sonucu pazara rekabetçi fiyatlarla gıda ürünleri arzının sağlanmasına bağlıdır. Bu bağlamda ülkelerin yerel olarak gıda ihtiyacını karşılaması gerekmez. Net gıda ithalatçısı olmaları önemli değildir. Önemli olan, gıda ithalatı için gerekli finansal kaynaklara başka ürünlerin ihracatı yoluyla sahip olmalarıdır. Aslında bu bakış açısıyla ülkelerin ihtiyaç duydukları gıdayı üretebilmelerinin siyasi egemenlikleri açısından ne denli hayati olduğu da bütünüyle göz ardı ediliyordu.
Ama bu politika dünyayı kurtarmadı. Sonuç daha çok aç insan (800 milyon), daha çok obozite ve tekelleşen tohum piyasası..Ve daha çok GDO’lu gıdalar ve aslında daha çok kanser...
Ve biz hâlâ gıda güvenliği yasasıyla uğraşırken, artık dünya gıda güvenliğini değil, gıda egemenliğini konuşuyor.
Gıda egemenliği kavramı, gıda konusunun siyasetten soyutlanmış bir ekonomik yaklaşımla ele alınmadığı daha politik bir kavram. 1996’da ortaya atılan Gıda Egemenliği şöyle bir kavram içeriyor: “Gıda egemenliği, her bir ulusun kültürel çeşitliliğe ve üretim çeşitliliğine saygı göstererek temel gıdalarını üretme kapasitesini koruma ve geliştirme hakkıdır. Kendi gıdamızı kendi topraklarımızda üretme hakkımız var” deniyor. Ve gıda egemenliğinin gerçek gıda güvenliğinin önkoşulu olduğu dile getiriliyordu. Çünkü uluslararası güvenlik uzmanları eskiden soğuk savaşı ve ideolojileri konuşurdu. Artık güvenlik denilince, akla “gıda” geliyor.
GÜVENLİK KAVRAMI ARTIK GIDADIR…
Yani değerli dostlarım, artık başımızı iki elimizin arasına koyup düşünmek zorundayız. Ya kendi yiyeceğimiz gıdayı en sağlıklı şekilde zehirsiz, GDO’suz olarak doğal şartlarda üreteceğiz ve sağlığımızı ve gıda egemenliğimizi kendi ellerimizin arasına alacağız, ya da gıda güvenlikçilerinin yöntemlerine uyup tarlayı basan ve sağlığımızı tehdit eden zehirlerle, GDO’lu tohumlarla uğraşacak, daha çok şişmanlayacak ve salatalıkla domatesin tadını ayırt etmeden besleneceğiz.
Minicik ülkemizde sağlıklı şartlarda gıda egemenliğimizi kontrol altına alıp daha çok üretmek bizim elimizdedir. Bence Tarım Bakanlığı, ziraatçılar ve veterinerler bu konuyla uğraşmalı. Bu konuyu bir devlet politikası haline getirerek gerçek organik tarıma geçmek zorundayız. HEM SAĞLIĞIMIZ, HEM DE EGEMENLİĞİMİZ İÇİN...