Giovanni Boccaccio, Decameron ve Ortaçağ’da Kıbrıs

Giovanni Boccaccio, Decameron ve Ortaçağ’da Kıbrıs

 


Jerusalem
https://twitter.com/Jerusa1em

   İtalyan Boccaccio ve Dante Ortaçağ edebiyatının en büyük iki yazarı olarak kabul edilirler. Fakat Dante, hayata ve yaşadığı döneme gotik karamsarlığı andıran bir bakış açısıyla bakarken, Boccaccio tam tersini yapar.   

   Boccaccio’nun dünya edebiyatına armağan etmiş olduğu Decameron’daki Kıbrıs’ın varlığı ada tarihi açısından hayli ilginçtir. Çünkü Kıbrıs’ın, hatta Lefkoşa ve Mağusa’nın Boccacio tarafından bilinmesi, ta o zamanlarda bile adanın Avrupa tarihindeki önemine ve ününe ışık tutmaktadır. 

Bir kafa adamı: Giovanni Boccaccio

   Hareketli bir hayatı olan Boccaccio 1313 yılında Paris veya Floransa’da Floransalı tüccar bir baba ve dul-kimliği belirsiz Fransız bir kadının gayri meşru ilişkisi sonunda kentsoylu bir ailede dünyaya gelir. Doğumu hakkındaki bilgiler şaibelidir. Annesinin ölümü üzerine Boccaccio babasının yanına Floransa’ya döner ve  babasının yanında hukuk öğrenimine başlar, ticaret öğrenir. Daha sonra Napoliye gider. Bu dönem onun açısından önemlidir çünkü Decameron başyapıtında yer alacak olan bankacılar, tacirler, seyyahlar, din adamları, askerler, korsanlar ve şehir soylularıyla yolu kesişmeye başlar. Petrarca’nın eserlerini tanır. Yıllar geçtikçe Boccaccio kendisini eğlenceye kaptırır. Din ve din adamlarıyla arası pek iyi değildir. Sonraları kralın sarayına girmeyi başarır ve orada kral hanedanlığından Maria d’Aquino ile aşk yaşar. Bunun sonunda ilk eseri olan Filocolo [Aşk Hüznü] ortaya çıkar. Tabii eğitimini de ihmal eder. Sonraları babasının ölümü üzerine Floransa’ya döner ve oraya yerleştiği söylenir.  Floransa’da o çağın  ruhunda politik kargaşa hüküm sürmekte, bankacılık ve ticaret de yoğunluğa vasıl olmaktadır. Para da artık büyük bir güç olmuştur. Hem yazı yazar hem de politik çevrelerde meşguliyetini sürdürür.

1348 yılında Avrupa’da korkunç bir veba salgını patlak verir. Bocaccio tüm bu gördüklerinden etkilenir. 1353 yılında kraliçenin isteği üzerine Decameron’da yansıttığı Floransa veba salgını daha hayattayken ona ün getirir. Bu başyapıt dünya ve İtalyan edebiyatına damga vurur. Zira dehşet saçan veba cehennemine rağmen yazdıkları pek insanca, güç verici ve bastırılmaz bir sevinç aşılar. Değişen bir çağın ve hayatın habercisidir. 10 gün boyunca anlatılan 100 öyküden oluşan Decameron, hümanizma, hoşgörü, yaşama sevinci, coşku atmosferi ve bireye verdiği önem açısından da Rönesans’ı müjdeler. Denizciler, tacirler, korsanlar, aşıklar, soylular durmadan maceradan maceraya atılırlar. Üstelik komik, cıvıltılı, eğlenceli ve kaotiktir Decameron. Üstüne üstlük  karamsar Ortaçağ karanlığına ışık tutar, onunla dalga geçer. Safsatalara karşı çıkar. Bin Bir Gece masalları tadında, ama öte yandan tarihsel gerçeğe de sadıktır. Anlatma tarzı basit ve doğaldır. En önemlisi Decameron’u günlük halk diliyle yazar. Aynı zamanda Boccaccio İtalyan düzyazı edebiyatını başlatandır da.  Hayranı olduğu ünlü şair Petrarca ile ölene kadar dost olurlar. Gençliğinin aksine dindar bir hayat sürdürür. 1375 yılında Certaldo’da ölür.
 

 

Ve Kıbrıs

   Gelelim Bocaccio’nun Kıbrıs ile olan bağlantısına. Dedik ya, Bocaccio’nun hikâyelerinde serüvenler, komedi, tutku, muziplik, Denizciler, krallar, tacirler, korsanlar, askerler, çılgın maceraperestler, papazlar, aldatılan kocalar, ahlâk kuralarını çiğneyenler, ihtiras, yoksullar, entrikalar, âşıklar, baştan çıkarıcılar, soylular, bitmek tükenmek bilmeyen yolculuklar ve tüccar kentleri eksik olmaz. İşte bütün bu hikâyeler arasında birkaç tanesi var ki, Kıbrıs için çok önemli ve okuması da bir o kadar zevklidir. Ortaçağ’da Kıbrıs hem kışkırtıcı ticaret merkezi olarak hem de dinsel dürtüler hasıl olurken ciddi bir rol oynar. Toprakları verimli, tahıl ve şarabı bol ve ünlüdür. İlk Haçlı seferinde Fransız baron Godefroy de Bouillon 12. yüzyılda Kudüs’ü ele geçirir. Böylece, Kıbrıs, dini görevlerini ifa etmek için Kutsal Topraklar’a gelip giden Hristiyan hacılara ev sahipliği yapar. Hatta bir süre sonra Kıbrıs yeni Kutsal Toplarklar olarak da telakki edilir. Artık ada, egzotik ve gizemli kültürlerle ticaretin kışkırtıcı merkezlerinden biri haline gelirken, birçok kültürün der kesişme noktasıdır. Frank aristokrasisinin de bunda önemli payı vardır tabii. Özellikle gezip görenin bilginin efendisi olduğuna inanılan zamanlarda, Akdeniz, hatta Avrupa’nın diğer köşesinden gelen tüccar ve maceraperest seyyahlar yanı sıra, adanın askerler, suçlular, serseriler, yolunu şaşıranlar, tuhaf insanlar, kan davası peşinde olanlar, düşçüler, mistikler ve delileri ağırladığı zamanlar yazarlar. Muflonları avlamak için leoparların ehlileştirilmesi de bahse konu ortama denk düşer. Kıbrıs ayrıca, o zamanlarda Haçlı seferlerinin harekât merkezidir. Kıbrıs kralları Haçlı seferi fikrini canlı tutanlardır. Ada o kadar hareketlidir ki, birkaç kral dışında hiçbirinin yataklarında ölmediği söylenir. Varsıl Lüzinyan yönetimi süresince adadan “Kıbrıs Soyluluğu” diye bahsedilir. Bu herhalde Frankların soyluluğudur.


Kıbrıs, ada arketipi ve mental yolculuk

   Görüldüğü gibi Kıbrıs adası önemli mitsel ve tarihsel olayların cereyan ettiği ve büyük oluşumlara ev sahipliği yapan bir yerdir. Ada imgesi uzaklardaki ideal bir yerdir. Cennet’e mekânına benzetilir. Sığınaktır. Bununla beraber, ada macera demektir. Çağrısı bir sarkaç ya da Sirenlerin şarkısı gibi karşı konulmazdır. Zorluklarla, savaşarak ulaşılır. Özü, doğası ve zamanı kontrol edilemez. İşte Homeros’tan günümüze ulaşmış güzelliğinin, aurasının ve çekiciliğinin altında yatan sebeplerden biri de bu bilinmezlik olsa gerek. Başlı başına acı-tatlı bir yolculuktur. Bastırılmaz arzu ve arayışın sonunda gerçek bir yeniden doğuştur. Böylesine bir yolculuk bedenin onuru olmakla birlikte mental, spiritüel ve psikolojik bir maceradır. Ru Kısaca, Eliade’nin bize öğrettiği gibi, serüven sembolünün sonundaki spiritüel bir merkez arketipidir. Boccaccio’nun yüce gönüllü bir şekilde anlattığı Kıbrıs ise yukarıda saydıklarımızın en güzel ve insani örneklerindendir. Ne diyelim, darısı başınıza…    


Gaskonya soylusu bir kadın...

   İşte Kıbrıs’la ilgili hikâyelerden ilki Decameron’un ilk gününün dokuzuncu öyküsünde tam da böyle bir tarihsel zamanda geçiyor. Kıbrıs’ta bir Frank krallığı olan Lüzinyan Hanedanı’nın hâkimiyeti sürerken, Fransız Gaskonya’sından soylu bir hanım dini görevini yerine getirmek için Hazreti İsa’nın Kutsal Mezarı’nı ziyaret eder. Daha sonra, ülkesine geri dönmek için Kıbrıs güzergâhından geçer. Kıbrıs’ta konaklar. Gelgelelim, daha adaya adım attığı anda bazı başıbozuk kaba kişiler tarafından zorbalığa ve hakarete maruz kalır. Bu duruma çok üzülen ve kalbi kırılan kadın gidip başına gelenleri Kıbrıs kralına anlatmaya karar verir. Ama ada halkı onu uyarır. Boşu boşuna böyle bir şeye kalkışmamasını, zira bunun olsa olsa bir zaman kaybına tekabül edeceğini söyler. Çünkü Kıbrıs kralının öyle manda yürekli bir tabiatı vardır ki, herhangi birisinin uğramış olduğu hakaretin öcünü almaması bir yana, kral kendisinin uğradığı hakaretlere bile ses çıkarmaz. Hatta aklına esen zat kralın huzuruna çıkar, ağzına geleni söyler, kralı küçük düşürürdü. Bu anlatılanları duyan soylu kadın acısını telâfi etme umudunu yitirir. Ama hiç olmazsa başına gelen haksızlığın acısını ve öfkesini teskin etmek için bizzat kralın karşısına çıkıp en azından onun aklını başına getirmeye karar verir. Gözyaşları içerisinde kralın önüne dikilir ve hüzünlü bir sesle sorununu dile getirir. Başına gelen haksızlığı düzeltmek için gelmediğini, ama kralın bütün bu küçük düşürücü hakaretleri nasıl kaldırabildiğini merak ettiğini ve kendisine de öğretmesini rica eder. Ve şöyle der: “Bana göster ki kendimde de o katlanabilme gücüne sahip olayım. Tanrı şahittir, mümkün olsa, kederimi memnuniyetle size aktarırım. Çünkü siz bu hakaretlere rahatça katlanabiliyorsunuz.”  Gaskonyalı hanımın ağzından çıkan bu sözlerle sarsılan kral içine düşmüş olduğu gaflet uykusu ve duyarsızlıktan uyanır. Hemen kadının acısını telâfi eder ve kadına yanlış yapanların cezasını verir. Kadının silkelemesi önemli bir dönemeçtir. O zamandan beri de tahtına ve tacına karşı yapılan her türlü kusur ve hakareti sert bir adaletle cezalandırır. 

Prenses Alatiel denen ayartıcı...

Decameron’un ikinci gününün yedinci hikâyesinde Mısır hükümdarı Beminedab, fettan kızı Alateiel’i Garbo kralına gelin olarak gönderir. Fırtına sonucu gemi Mayorka adasına sürüklenir ve kız Pericon de Visalgo adlı soylunun eline düşer. Alatiel’e hayran olan soylu onu misafir eder ve sevişirler. Sonrasında, Visalgo’nun kardeşi Marato, Visalgo’yu ölürüp kızı kaçırır. Fakat yolculuk esnasında kıskanç gemi sahipleri iki Cenovalı Marato’yu denize atar. Bu kez, iki kardeş Alatiel’le ilk kim yatacak diye birbirlerini bıçaklarlar. Kardeşlerden biri ölür, diğeri yaralanır. Bu esnada gemi Mora’ya yanaşır ve karaya çıkarlar. Mora prensi kızın güzelliğini duyar ve onu macera âleminden alıkoyar. Alatiel o kadar baştan çıkarıcıdır ki, onu gören prensin akrabası Atina Dükü ne pahasına olursa olsun onu elde etmek ister. Dük Mora prensini uyukusunda öldürür ve prensesi Atina’ya kaçırır. Yeni prens kardeşinin intikamını almak için bir ordu toplayıp Atina’ya doğru yola çıkar. Atina Dükü de Bizans İmparatoru’ndan yardım ister. İmparator da oğlu Costanzo ve yeğeni Manovello’yu yardıma yollar. Ama bu kez de Alatiel’i gören Costanzo âşık olur. Savaşı boş verip prensesi Chios’a (İstanköy) kaçırır. Bizans İmparatoru’yla devamlı savaş halinde olan Türk İmparatoru İzmir’deyken olanları öğrenir. Peşlerine düşüp soluğu adada alır ve prensesi Costanzo’nun elinden alıp İzmir’e döner. Evlenirler ve aylarca yataktan çıkmazlar der Boccaccio. Bunun üzerine Bizans İmparatoru Kapadokya Kral’ı Basano ile güçlerini birleştiriip Türk İmparatoru’na saldırırlar. Türk İmparatoru Osbech, Alatiel’i arkadaşı Antioco’ya emanet eder. Bu arada Antioco ve Alatiel imparator’un yokluğunda işi pişirirler. Osbech savaşı kaybeder. Basano İzmir’e doğru yürür.  Bunu duyan Antioco ve prenses arkalarına bakmadan Rodos’a kaçarlar. Rodos yolunda Antioco ölümcül bir hastalığa yakalanır ve ölmeden önce prensesi yolda kaçarken tanııştığı Kıbrıslı bir tüccara emanet eder. Kıbrıs’yelken açan Kıbrıslı tacir de prensesin çekiciliğine yenik düşer ve Alatiel’in sevgilisi olur. Neyse, Kıbrıs’a varırlar ve Baf’a yerleşirler. Tacir, iş için Ermenistan’dayken, Alatiel Kıbrıs’ta bir zamanlar babasının hizmetinde çalışmış Mağusa’lı Antigono ile karşılaşır. Çok sevinir. Antigono, prensesi kurtarmak için hemen Mağusa kralının huzuruna çıkar. Kral iyi bir insandır ve kızı babasına kavuşturur. Alatiel bin bir zorluğa rağmen iffetini nasıl koruduğuğuna dair tek ayak üzerinde bir sürü yalan söyleyip babasını kandırır. Kral çok sevinir. Kıbrıs kralını unutmaz. Ona hediyeler yollar. Prenses Garbo kralıyla evlenir ve Bocaccio’nun dediği gibi “sekiz erkekle belki sekiz bin kez yatan Alatiel, böylece kız oğlan kız gibi gerdeğe girip kendini krala kız oğlan kız diye kabul ettirir ve yıllarca mutlu bir yaşam sürer.”  İşte bu nedenle “Dudak öpülmekle eskimez, Ay gibi yeniden doğar” denir... 

Hayvan Cimone

   Decameron’da beşinci günün ilk hikâyesi de Kıbrıs’la ilişkilidir. Aristippo adlı adanın soylu adamının Galeso adında bön bir oğlu vardır. Hayvana benzeyen davranışları yüzünden ona “koca hayvan” anlamına gelen Cimone lakabını takmışlar. Cimone Efigenia adlı güzel bir kıza âşık olur. Bu aşk ihtirası sonunda  Cimone eşeği, nasıl olduysa akıllı, seçkin, sanatkâr, yürekli bir savaşçı olup çıkar. Gelgelelim, babası kızını Rodoslu Pasimunda adlı soylu bir gençle nişanlandır. Efigenia’yı nişanlısının gönderdiği gemiyle Rodos’a doğru yola çıkar. Gözü dönen Cimone de “seni ne çok sevdiğimi göstermenin tam zamanı, Efigenia. Senin yüzünden adam oldum. Seni elde edersem, hiçbir tanrının elde edemediği bir başarı kazanmış olurum. Ya seni elde edeceğim, ya da öleceğim” der ve Efigenia’nın peşine düşer. Nihayet gemiyi yetişir ve önünü keser. Gemideki Rodoslu mürettebatı alt eder ve Efigenia’yı kaçırır. Tam Kıbrıs dönüşü talih tersine döner ve fırtına çıkar. Şans bu ya, gemi Rodos’a sürüklenir. Rodoslular Cimone’yi yakalarlar. Daha sonra mahkemeye çıkarırlar. Rodos’un başyargıcı Lisimaco Cimone’yi ömür boyu hapse mahkum eder. Bu arada, Pasimunda Ormisda ile aynı gün evlenme hazırlığı yapar. Bu kez kader Cimone’nin yüzüne güler. Çünkü Lisimaco adında Ormisda’nın nişanlısı Cassandrea’yı deliler gibi seven bir mahkum vardır. Dosdoğru cezaevine, Cimone’nin yanına gider ve ona “sevgimizin ve bileğimizin gücüne dayanarak kılıçlarımızı çekip, sevgililerimize giden yolu açmak zorundayız” diyerek Cimone’nin kalbine dokunur. Cimone, bu iş için biçilmiş kaftan olmakla birlikte, böyle bir işe girişmeye dünden razıdır. Lisimaco ve Cimone kafa kafaya verip düğün gecesi kızları kaçırırlar. Karşı koymak isteyen Pasimunda ve Ormisda da Cimone’nin kılıcıyla öldürülürler. Hemen gemiye binip, sevinç içinde kaçarlar. Bu olay uzun yıllar Kıbrıs’ta ve Girit’te ağızdan ağıza dolaşır. Lisimaco ve Cimone de kendi ülkesinde uzun ve mutlu bir hayat sürdürürler. 

Selahaddin ...

İlk öykümüz gibi, son günün dokuzuncu öyküsü de Kıbrıs ve Vaat Edilmiş Topraklar’ı konu alıyori.  Mısır sultanı Selahaddin Eyyübi 1099’da Haçlılar tarafından alınan Kudüs’ü 1187 yılında ele geçirir. Ancak Haçlıların Kutsal Topraklar’ı geri almak için Üçüncü bir Haçlı seferi hazırlığında olduğu kulağına çalınan Selahaddin,  Hristiyan soylularının hazırlıkları bizzat gözleriyle görüp, önceden önlem alabilmek amacıyla Avrupa’ya yola koyulur. Yanına birkaç tane cesur ve güvenilir adam alır. Tacir kılığındaki Araplar, Milano dolaylarında Messer Torello adlı bir soyluyla karşılaşır. Konuksever Torello tacir kılığındaki Selahaddin Eyyübi’yi misafir eder. Torello, aslında sanıldığından daha parlak ve mühim konuklarla karşı karşıya olduğunu hisseder. Ertesi sabah Torello misafirlerine kim olduklarını sorar. Selahaddin Eyyübi ise soruyu savuşturmak için;
“Kıbrıslı tacirleriz. İşlerimi için Kıbrıs’tan Paris’e gidiyoruz” yanıtını verir.
Bunun üzerine messer Torello da;
“Tanrı bizim ülkemizde de Kıbrıslı tacirler gibi insanlar yaratsaydı ne iyi olurdu” der.
Belli ki o devirde Kıbrıs’a Avrupalılar ve Levantenler tarafından iyi gözle bakılıyordu.  Ayrıca,o zamanlarda tüccarlık da prestijli bir meslek olduğundan Selahaddin Eyyübi’nin cevabı gerçekçidir. Salahaddin Torello’yu çok sever. Ayrılık zamanı gelir, Eyyübi ülkesine döner. Hemen, savaş kapıya gelip dayanmadan, gerekli savunma önlemleri almaya başlar. Torello ise ağırladığı tacirlerin kim olduğunu anlamak için düşünüp taşınmasına rağmen, Boccaccio’nun anlattığı üzere; “öğrenmek şöyle dursun, gerçeğin yanına bile yaklaşamaz.” Savaş zamanı gelir çatar. Torello da Haçlı seferine katılır ama Akka’da esir düşer. Eyyübi esir Torello’yu tanır ve “Tanrı bana, onun gösterdiği konukseverliğe gönül borcumu ödeme olanağı veriyor” diye sevinip Torello’ya gerçek kimliğini açıklar. Eski dostuna sarılır ve onu özgür kılar. Ona ülkesine dönmesi için yardımcı olur. Hatta Torello’nun  sevgilisiyle ilgili problemlerini çözer ve ölene kadar dost kalırlar.

Dergiler Haberleri