Tuncer Bağışkan
İstanbul Üniversitesi Prehistorya ve Klasik Arkeoloji Bölümü’ne başladığım 1968-1969 ders yılında, Yunan Sanatı hocamız Ord. Prof. Dr. Arif Müfit Mansel ilk dersinde bizlere M.Ö V’inci yüzyıl Yunan heykel sanatını ana hatlarıyla anlatmıştı. Üzerinde en çok durduğu konu ise Arkaik ve Klasik dönem Yunan mimarisi ile heykel sanatını en iyi bir şekilde yansıtan Atina Akropol Tepesi’ndeki Nike, Erehteion ve Athena Partenon tapınaklarının heykelleri ile metop, friz ve alınlıklarındaki plastik bezemelerdi. O günden sonra aradan geçen 44 yıl boyunca Atina Akropol’ünü ziyaret etmeyi hep hayal etmişimdir. En sonunda bu hayalim, üyesi bulunduğum Enorasis Kulübünün 1-5 Eylül tarihleri arasındaki organizasyonuyla gerçekleştiğinden bugünkü yazımda Girit, Atina ve Rodos’a ailece gerçekleştirdiğimiz deniz yolculuğu üzerinde duracağım.
Limasol’dan hareket ederek Girit adasının kuzeydoğusundaki Ayios Nikolaos limanına doğru yol alan Kıbrıs bandralı Salamis Filoxenia gemisi, Yunan karasularındaki Kastelorizo adası açıklarından geçerken, 1800’lü yılların başlarında Eftagomi (Yedikonuk) köyünde yaşanan bir aşk cinayetini anımsıyorum. 1908 doğumlu olan Eftagomili Murat İbrahim Hacı Murat’ın köyün yaşlılarından öğrendiğine göre, Eftagomi köyünün toprak ağası olan Mulla Ali Dayı’nın oğlu Ahmet Ağa ile Marikku birbirlerini deliler gibi seviyorlarmış. Ancak Marikku’nun babası onu Ahmet Ağa ile değil de Andoni adında bir Rum kunduracı ile evlendirmiş. Ahmet Ağa her gün atıyla Marikku’nun mahallesinden geçer, zaman zaman da Marikku’nun evinde gizlice buluşup sevişirlermiş. Andoni bunu bildiğinden sürekli olarak Ahmet Ağa ile babası Mulla dayıyı uyarırmış. Yine bir gün köydeki bir düğün töreninde hasta olduğu gerekçesiyle eve gelen Marikku, Ahmet Ağa ile eve kapanmışlar. Ahmet Ağa’nın eve girdiği haberini bir arkadaşından alan Andoni, yanına Hüseyin Gatsuni’yi de alarak eve gitmiş. Andoni’nin sesini duyan Ahmet Ağa kaçmak için arka taraftaki pencereden atladığı sırada, orada pusuda bekleyen Hüseyin Gatsuni odunla kafasına vurarak onu öldürmüş. Andoni korkusundan Kıbrıs’ı terk ederek Kastelorizo adasına yerleşip orada evlenmiş. Biri Nigola, diğeri ise Barbara adında iki çocuğu olmuş. Yaşlanınca çocuklarıyla birlikte köye gelip yerleşmiş. Kıbrıs’a geldiğini öğrenen Osmanlı yetkilileri onu sorgulamak için polise çağırmaları üzerine korkusundan çatlayıp vefat etmiş. Onu köy mezarlığına defnetmişler. Bu hikâyeden çok etkilendiğimden her sırası geldiğinde anımsadığımı da belirtmek isterim.
Gemideki akşam yemeği sonrasında vakit geçirmek için önce “Captain’s Club” salonunda Achilleas’ın piyanosu eşliğinde söylediği poporileri, ardından da Enorasis üyemiz piyanist Ermis Neocleous’un eşliğinde kulübümüz korosunun söylediği şarkıları dinledik. Daha sonra ‘Salamina Lounce’ salonunda revü gösterilerini izleyerek vakit geçirdik. Geceyi kapatmadan önce Disco’yu da ziyaret etmeyi ihmal etmedik. Zaten gemideki dört gecemizin tamamını bu şekilde geçirecektik.
Girit’in liman kenti Ayios Nikolaos
Ertesi gün saat 15.00 civarında gemimiz Mirabello körfezinin kuzey batısındaki Ayios Nikolaos kenti limanına yanaşıyor. Gemimiz saat 20.00’de Pire limanına doğru hareket edeceğinden ara yerdeki süre içinde kent ile yakın çevresini görmemiz mümkün olabiliyor. Karaya ayak bastığımızda üç ayrı seçeneğimiz vardı. Biri, koyun kuzeybatısındaki Spinalonga adasını küçük bir gemiyle ziyaret etmek, diğeri limanın önünde bekleyen tren görünümlü araçla limanın kuzeyindeki tepelere gidip kenti kuşbakışı seyretmek ve sonuncu seçeneğimiz ise kenti yaya olarak dolaşmaktı. Aslında ‘cüzamlılar adası’ olarak ünlenen Spinalonga adasının ziyaret edilmesi cazip olmasına karşın 24 saat süren gemi yolculuğu sonrasında bu tura katılmayı uygun bulmamıştık. Çok küçük olan Spinalonga adasının tamamı bir sur duvarı ile çevrili olduğundan burası adeta bir kale görünümünde olduğunu öğreniyoruz. 1579 yılında eski bir kalenin taşlarından da yararlanarak şimdiki sur duvarları Venedikliler tarafından inşa edilmiş. 1669-1715 yılları arasında hapishane ve barınma yeri, 1716-1903 yılları arasında ise sadece bazı Müslümanlar tarafından kullanılmış. 1903-1957 yılları arasında cüzamlılar tarafından kullanıldıktan sonra çok uzun bir süre iskân edilmemiş. İleriki yıllarda ise buradaki eski kamu binaları, evler ve diğer sanat eserleri restore edilerek turizme kazandırılıyor.
Limanın önünden hareket eden trenimiz kentin kuzeydeki tepelere doğru tırmanırken yol boyunca gördüğüm harup, zeytin, babutsa, incir ve şinya ağaçları bana Kıbrıs’ı anımsatmıştı. Kente adını veren tarihi Ayios Nicholaos kilisesinin yanından geçiyoruz. Girit’teki en eski Bizans kilisesi olan ve fresklerle süslü olan bu yapı M.S VII-IX’uncu yüzyıl arasındaki ikonoklast döneminde inşa edilmiş. Trenle tepeye çıkıp çevreyi uzaktan kuşbakışı seyrettikten sonra kentin eski mahallelerinden geçip limana dönüyoruz. Geminin hareketine uzun bir süre olduğundan kenti dolaşmaya karar veriyoruz. Yaklaşık 9000 nüfuslu olan kentin uluslar arası modern bir turizm merkezi olarak geliştiği izlenimi veriyor. Antik dönemlerde küçük bir köy olarak oluşturulan yerleşim birimi yaklaşık olarak M.Ö 3’üncü yüzyılda bir gelişim sürecine girer. Venedik döneminde Mirabello (Kefali) denilen yere bir kale yapılır. Osmanlı döneminde belli bir süre boş kaldıktan sonra Girit’in güney batısındaki Sfakia ile doğusundaki Kritsa yerleşim birimlerinden kaçarak gelen insanlar tarafından iskân edilir.
Limanın çevresini seyrederken yan tarafımızda bir boğa üzerinde oturan bir kadın heykelini görünce Yunan mitolojisinde boğa kılığına giren tanrılar tanrısı Zeus’un Europe’yi kaçırma öyküsünü anımsıyorum. Heykelin yazıtını okuyunca yanılmadığımı anlıyorum: “Benim adım Europe; ben Fenike kralı Aginoras’ın kızı ve Minos medeniyetinin kurucusu olan kral Minos’un annesiyim”. Edith Hamilton’un Mitolojisine göre, bir gün Olimpos Dağı’ndan yeryüzünü seyreden Zeus, Europe’nin uykudan uyandığını görünce ona aşık olmuş. Çekici bir boğa kılığına girerek Europe’nin yanına yanaşmış. Europe boğanın çekiciliği karşısında onu sevip okşadıktan sonra üzerine binmiş. Boğa denizlerin üzerinden koşarak Europe’yi Girit adasına götürmüş. Orada sevişmişler ve çocukları olmuş. Europa’nın oğullarından olan ilk Girit kralı Minos ile kardeşi Rhadamathys, yeryüzünde adil oluşlarından dolayı ölümlerinden sonra ölüler ülkesine yargıç olarak görevlendirilmişler.
Heykelin yanından ayrıldıktan sonra kentin içine doğru yürüyoruz. Kentin bir özelliği limanın gerisinde bulunan ve ‘batmış’ anlamına gelen ‘Voulismeni’ adıyla bilinen küçük bir gölün olması. Çok eskiden gerçekleşen volkanik hareketler sonucu oluştuğu tahmin edilen bu gölün önceleri denizle herhangi bir bağlantısı olmamasına karşın daha sonraları aralarına bir kanal açılarak denize bağlantılı duruma getiriliyor. Efsaneye göre dipsiz olan bu gölün sularında tanrıça Athena ile Artemis yıkanırmış. Yakın geçmişimizde çevresi düzenlendikten sonra buraya restoranlar ile kafeler inşa ediliyor. Kentteki çoğu etkinliklerle festivallerin burada gerçekleştirildiğini de öğreniyoruz. Gölün etrafını dolaşırken eski olduğu anlaşılan kayaya oyulmuş küçük bir şapel dikkatimi çekerken, biraz ilerisinde ise nişinde eski Türkçe bir yazıt bulunan bir Osmanlı çeşmesi de dikkatimi çekiyor.
Kentin çarşısı birbirine paralel iki ayrı yayalaştırılmış yoldan ibaret. Turistik eşya satan mağazaları pek ilgimi çekmiyor. Bizim Arasta ile karşılaştırdığımda Arasta’nın çok daha ilgi çekici olduğunu düşünüyorum. Böylece vaktimiz dolduğundan gemimize dönüyoruz.
Pire Limanı
Ertesi gün sabah saat 10.00’da uğradığımız Pire limanından saat 19.00’da Rodos’a doğru hareket edeceğimizden, 2004 yılında Olimpiyat oyunlarının oynandığı Pire’den Atina’ya otobüsle gidip orasını görmemiz için yaklaşık 8-9 saatimiz vardı.
Dağlık bir araziye kurulmuş olan Pire, antik Akdeniz çevresinde en önemli ticaret merkezi olarak gelişirken, Atinalıların da en önemli askeri limanıydı. Kentin tarihi geçmişini ve antik dönemdeki günlük yaşam şeklini en iyi bir şekilde yansıtan Pire Arkeoloji Müzesi limanın 10 dakika yürüyüş mesafesinde olmasına karşın, amacımız dünyaca ünlü Atina Akropol Müzesi ile Akropol Tepesi’ni ziyaret etmek olduğundan bu müzeyi ziyaret etmemiz programa dahil edilmemişti. Bu müzedeki sayısız heykellerden en önemlisinin M.Ö IV’üncü yüzyıla tarihlenen tunçtan yapılmış Pire Athena heykeli olduğunu Yunan Sanatı hocamız Ord. Prof. Dr. Arif Müfit Mansel’den öğrenmiştim.
Limanda bizi bekleyen otobüsle yaklaşık 5 km uzaktaki Atina’ya doğru yol alırken kentteki troleybüsler dikkatimi çekiyor. İstanbul’dan ayrıldığım 1972 yılından sonra ilk kez troleybüs görüyordum. Atina’ya gitmek için kullandığımız Syngrou caddesine, eskiden müşteri bulmak isteyen hayat kadınlarının dizilmelerine karşın, onların yerlerini şimdilerde travestilerin aldığı rehberimiz tarafından bilgimize getiriliyor. Eskiden ‘Turko Limano’ (Türk Limanı) adıyla bilinen şimdiki Mikro Limano’nun yanından geçtikten bir süre sonra neredeyse Pire ile birleşen Atina’ya varıyoruz.
Atina Akropol Müzesi
Atina’ya ulaştığımızda ilk durak yerimiz Akropol Tepesi’nin güney doğusunda bulunan yeni Akropol Müzesi oluyor. Müzeden yukarı doğru baktığımızda tahkim edilmiş olan tepe tüm ihtişamıyla gözümüzün önünde beliriyor. Eskiden Akropol tepesinde 1865-1874 yılları arasında yapılmış küçük bir müze vardı. Ancak tepede gerçekleştirilen kazılarda bulunan eserler müzeye sığmadığından, Akropol tepesi kazılarında ele geçen buluntular çeşitli müzelere dağıtılmıştı. Bu nedenle daha sonraları buradaki anıtsal tapınakların ihtişamına uygun olarak çok daha büyük bir müzenin Akropol tepesinin 300 metre güneyine yapılmasına karar veriliyor. Böylece 115 Milyon sterling harcanarak şimdiki anıtsal müze 2005-2007 yılları arasında yapılıyor. Müzenin temellerinin kazılması sırasında burada antik dönemlerde halkın kullandığı ev, hamam, dükkan ve işyerlerine rastlanması üzerine bunların da koruması ve ileriki yıllarda ziyarete açılması düşüncesiyle Akropol müzesi kalın sütunların üzerine yapılıyor. Bu kalıntıların izlenmesi için ise, müzenin zeminine cam döşenirken, zeminin bir yeri ise açık bırakıldığından alt kattaki kalıntıları izlememiz mümkün oluyor.
Müzeyi ziyaret günü bir tesadüf eseri Atina’da bulunan ve uzun yıllar Akropol müzesinde arkeolog olarak görev yapan dernek üyemiz Eleni Avgerinou da aramıza katılarak bizlere rehberlik yapıyor. Müzenin tüm katlarına engellilerin ulaşımının sağlanması amacıyla müze girişinde onlara tekerlekli sandalye veriliyor olması müzenin çağdaş norumlar çerçevesinde yapıldığının bir işareti sayılıyor. 14.000 metre karelik anıtsal bir sergileme alanına sahip olan müzenin girişindeki seksiyonu izlerken, ilkin, burasının çok boş olduğu hissine kapılmıştım. Ancak daha sonra yaptığım değerlendirmelerde British Museum’a taşınan ve “Elvin Mermerleri” olarak ünlenen Partenon tapınağına ait heykeller ile kabartmaların orijinalleri ve/veya imitasyonlarının Yunanistan’a verilip bu müzede sergilenmesi düşüncesiyle çok büyük olan bu müzenin yapıldığını düşünmeye başlıyorum.
Zemin katta, 1955-1960 yılları arasında Akropol tepesi ile kent arasındaki tepe eteklerinde gerçekleştirilen kazılarda bulunan ve M.Ö VII-II. Yüzyıla tarihlenen kalıntılar müze girişindeki duvar vitrinlerinde sergilenmiş durumda. Zemin katın güneyindeki vitrinlerde ise Akropol tepesi eteklerinde saptanan ve Neolitik devirden (M.S 4000) başlayıp Geç Roma dönemine (M.S V’inci yüzyıla) kadar tarihlenen kalıntılar sergilenmiş durumda. Ayrı bir salonda ise Akropol tepesinde bulunan arkaik döneme ait heykeller yer alıyor. Üçüncü kattaki salonun tamamında Athena Partenon tapınağına ait heykeller ile kabartmalar sergileniyor. Burada Partenon tapınağının bir maketi sergilenirken, arkaik ile klasik dönem Partenon tapınaklarındaki friz, metop ve alınlıklarına ait heykeller ile kabarmaların orjinalleri ile imitasyonları orijinal yerlerine monte edilmiş durumda.
Dor nizamınında yapılmış olan Athena Partenon tapınağının müzede sergilenen ve tapınağın ünlü heykeltıraşı Phidias tarafından yapılan metop kabartmaları Tesalya’nın mitolojik halkı olan Lapit’ler ile yarı insan yarı at olan Kentavros’ların savaşını konu alıyor. Mitolojiye göre, Lapit’lerin önderi olan Peirithoos, Hippodameia ile evlenme törenine Kentavros’ları da davet eder. Ancak şarap içmeye alışık olmayan Kentavros’lar düğünde sarhoş olup gelini kaçırmaya kalkışınca aralarında korkunç bir savaş başlar. Savaşı kazanan Lapit’ler Kentavros’ları Tesalya’dan kovarlar.
DEVAMI HAFTAYA