Bazan üç kişi bir araya gelip de memleket işlerini, düzensizliğin düzen gibi algılanıldığı-algılatıldığı sistemi konuştuğumuzda karamsar bir tabloyu çizmekte olduğumuzun farkına varır, üretebilmek için insanın kendisini zaman zaman böylesi ortamlardan soyutlaması gerekliliğine birkez daha inanırım.
1976 sonrasında kurduğumuz sistemle, gitgide sistemsizliği sistem, düzensizliği düzen, haksızlığı hak, vicdansızlığı vicdan gibi telâki ettikçe ve bir yandan kızıp bağırıp, diğer yandan aslında sistemin bir parçası ve tüm bu anomalilerden yararlananlar olduğumuzu gördükçe, bu işin nasıl düzene gireceği konusunda umutlarım kırıklığını sürdürür durur.
Nereye dokunsanız lime lime elinizde kalan kumaş parçası gibiyiz.
Sırası geldiğinde üstün bir ırk gibi kendimizi görür-beğenirken, pek de işe yaramayanlarımızın olduğunu bile görmekten aciziz.
Bir yandan bu toprakları her ne pahasına olursa olsun terk etmeyeceğimiz inancımızı ve mücadelemizi verirken, diğer yandan çocuklarımızı yurtdışında okutmayı ve hatta mesleklerini geliştirebilecekleri iş imkânı bulurlarsa orada yaşamlarını kurmalarını kaçımız önermiyoruz acaba? Hangimiz, “yok okulunu bitir memleketine dön” cümlesini (özel bir iş imkânınız yoksa) gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz?
Genelde 40 yaş ve üzeri, bu memlekete bağımlılıklarını sürdürmekte, mücadelesini son nefesine kadar taşımayı benimsemektedir. Çünkü “yeni bir hayat” kurabilecekleri yaşı geçmişlerdir. Elbette 40 yaş altı gençlerimiz de mevcuttur bu duyguları, bağımlılığı ve yurt sevgisini taşıyan ama ne kadar?
“doğa boşluk tanımaz” denilir ve doğrudur.
İngiliz bu ada’yı sömürgesi yaptığı günden itibaren Kıbrıs Türkü “göç” olgusunu yoğunlukla yaşamaya başlamıştır. Ardından 1920’li yıllarda Anadolu’ya yapılan büyük göç. Ve 1950’lerden itibaren özellikle İngiltere, Avustralya, Kanada’ya yapılan Kıbrıslı Türklerin göçü. Ve Evet; adalar göç verir... Ama diğer yandan doğanın boşluk tanımadığı gibi, “insan boşluğunu” da başka insanlar doldurur oldu. Hatta fazlasıyla. Böylece ada’nın demokrafik yapısı genelden bakıldığında çok büyük değişikliğe uğradığını görünmese de, bölgesel olarak özellikle şehirleri ele aldığınızda, bu demokrafik yapının geçmişe göre nasıl bozulduğu bir şamar gibi insanın yüzüne vurabilmektedir.
Suç kimin?
Bizim... Seçtiklerimizin...Seçmediklerimizin... ama sonunda bunu yaratan yine bizler olmuşuz.
Üç büyük şehir: Lefkoşa-Mağusa-Girne...
İkisi “suriçi şehirler” örneğini taşıyan ve bugün dünyada bu tür yerlerin kendine özgülüğüyle korunup kültürel-turistik bir hâl şeklinde hizmet veren Lefkoşa ve Mağusa, diğer yanda aslında onun da bir kale dışı surlarının mevcut olduğu ama tam manasıyla ortaya çıkarılıp korunamadığından tek bir kaleye sahip gibi algılanan Girne.
Lefkoşa surlariçi’ni terk eden bizler, bunu silâh zoruyla değil, oraları doldurmya hazır Türkiye’den gelen fakir-işçi ve yeni bir yaşam kurma niyetinde olan insanlara kiralayıp, sur dışına çıkmayı yeğledik. Uzun yıllar uygulanan bu gelişmeyle Lefkoşa Surlariçi, Kıbrıs Türk gelenek-görenek ve kültürel açıdan kaybedilmişliği yaşadı. Çünkü oraya yerleşen insanlar, uyum sağlamak ve hatta geliştirmek yerine, viranlaştırmayı ve kendine uyarlamayı seçmiştir. Kimsemiz de çıkıp ne yapıyorsun evime demedik. Ve Lefkoşa surlariçi kaybedilmişti. Son yıllarda geriye dönüşler, yapıların iyileştirilmesi ve çeşitli alanların açılmasıyla yerleşim olmuş, ters göç başlamıştır.
Mağusa bu konuda bir nebze şanslı. Yerli halkın çoğu göçmemiş, elinden çıkarmamış yaşadıkları yerleri. Böylece suriçinin yaşamsal yanını, dünya kültürel mirası içerisindeki yapılarıyla korumaya ve sahip çıkmaya devam ediyor.
Ve Girne...
“Girne içine girme” dediklerinde eskiler, yalan söylememişler. Artık içine girilecek bir hâli kalmadı. Böylesi korkunç bir yapılaşmayla orantısız yaşamın kapılarını açan Girne’de ne yazık ki “film kopmuştur”. Orayı terk etmemize gerek yok çünkü 7-10 katlı öyle binalar yapılmıştır ki, buraya yerleşecek nüfusla tam bir kozmopolit şehir olma yolunda önemli bir yol katetmiş olacaktır. Her geçtiğimde aklıma şu sorular gelir: Kimler oturacak bu dairelere? Bu dairelere oturacak nüfusun kanalizasyonu, suyu, elektiriği nasıl çözümlenecek ve bu nüfusun kullanacağı arabaları hangi yol, trafik, güzergâh kaldıracak?
Büyümek, gelişmek ve çağdaşlık bu mu yani?
Bu durumda elimizde kalan sadece köylerimiz oluyor.
Onları korumak, pamuklar içerisinde tutmak, gelecek nesiller için boynumuzun borcu olmalı. Köy belediyelerinin ve muhtarlıklarının da en az bu sorumluluğu taşıması gerektiğine inanıyorum.
Şehirleri kaybederken, elimizde sığınabileceğimiz köylerimizin kalması niyetiyle...