Neriman Cahit
Her şeyi ama ‘her şeyi’ bırakıp hep sende kalmak, sende yaşamak istiyorum bazı zamanlarımda Vasilya… Özellikle de bu günlerde… Ne radyo ne gazete ne de TV…
İzlediğim, duyup gördüğüm her şey beni deli ediyor… ‘Sosyal’ olan her şeyi geçersiz ve yetersizliğe mahkum eden bu dönemi, keşke görmeden – yaşamadan çekip gitseydim bu dünyadan…
21. yüzyılın 10’lu yıllarında, daha bir katmerleşerek yaşadığımız sözde, ‘ekonomik kriz’ öyle bir fırsat yaratmış ki, hem bizim gibi… Hem de bizi idare eden toplumlara!..
Adını anıp da asla anlamadığımız, yüzümüze bulaştırdığımız: küreselleşme, serbest piyasa, rekabet, verimlilik, özgürlük, barış vb. kavramlar çerçevesinde dolanan bombardımanın, birçok olgunun, toplumumuza… Kaçınılmaz, tartışılmaz gerçekler ve gereklilik olarak empoze edildiği… Ama, eşitliğin, toplumumuza saygının unutulduğu, siyasetten umudun tamamıyla kesildiği bir dönemde yaşıyoruz artık, sosyal alan, her şey unutulmuş… “Emir kulu ve emreden” pozisyonu sadece kişisel olarak değil, toplum olarak da bir zincir gibi boğazımızı daha bir sıkar duruma gelmiş…
***
Bir yandan KKTC’nin, Devlet, Toplumsal Kurum ve Kuruluşlarıyla, S.T.Örgütleriyle, hem işe yaramaz hem de bir yük olarak gösterilmekte… Sosyal olan her şey, “geçersizlik ve yetersizlikle” suçlanarak mahkum edilmekte… Saldırı halini alan bu “suçlama”, neredeyse her şeyi hedef almaktadır… Yapılanlar, gerçekten de müthiş bir eleştiri… Hatta bunun boyutlarını aşan bir saldırı…
Ki, KKTC tamamıyla başarısız bulunuyor kamu harcamalarının boşa gittiği, çarçur edildiği, bir işe yaramadığı öne sürülüyor. (Bunlarda gerçeklik payı var, hem de çok var ama bu durum hemen ve hop diye ortaya çıkmadı ki! 1980’li yılların başlarından başlayarak üretimden koparılıp, devlet kapsında ‘kul’ olmaya zorlanan Kıbrıslı Türklerin bu duruma gelmesindeki faktörlerden başlamalı aslında!)
Uzun süredir müthiş bir baskı altında olan toplumumuzda, gözler ve yürekler boşuna “sosyal kaygıları olan” toplumsal politikalara inanan, bunu savunan ve iktidara geldiğinde de uygulayan – uygulayabilen bir politikacı arayıp durdu…
SOSYAL DEVLET OLGUSU…
Bu konu, bizim toplumumuzda hiç ama hiç tartışılmadı, gerçek anlamda… Ve de, hiç uygulanmadı da!
Gelişmiş ülkelerde, “kapitalist aşamada” ulaşılan sosyal devletin, modern toplumun iki temel sınıfı olan ‘Sermaye ve emeği’ uzlaştıran, devlet modeline artık gerek duyulmuyor ve bundan kurtulmak isteniyorsa… Bu konuda da tam bir ‘bilgi ve bilinç’ edinerek hareket etmek durumundayız… Evet, doğru, 1970’li yıllarda dünyadaki ekonomik gelişmeler ve ortaya çıkan rekabet, gelişmiş ülkeleri, Sosyal Devletten vazgeçmeye yönlendirmiştir…
Bu konuda 1980 sonrası önemli bir süreç…
Gelişmiş kapitalist ülkeler, dış dünyadaki Pazar alanını genişletirken, rekabet üstünlüğünü sürdürebilmek için “refah devletinden” geri adım atmak durumundaydı…
Kapitalizmin, işçi sınıfıyla uzlaşması, artık kendisinin büyümesine engel oluyordu! İş gücü maliyetini düşürmeye yarayan, ‘kaçak, taşeron’ işçileri kullanmaya başladı. Bunlar geçici korumasız ve güvencesiz işçilerdi…
Bunun yanında, hastalar ve yaşlılar için yapılan harcamaları ve sağlık sigortası harcamalarını da kısmak zorundaydılar… Ama tüm bunlara ek, yasal zemin hazırlamak, belirli güvence ve örgütlenmelere ulaşmış toplumlarını inandırmak zorundaydılar da!
Bunun için de, sosyal devletin boşluklarını kullandılar!
NASIL MI…
İşte şu şekilde: Bu tür ülkelerde kamu harcamaları, gayri safi milli hasılanın yarısından yine, gayri safi milli harcamanın üçte biri ‘sosyal harcamalardır. Sosyal sigortalar, aile yardımları vb. ve bombardımanı başlattılar. “Bu kadar harcamaya karşın hala yolsuzluk var; demek ki başarısız! Yaygınlaştırdılar.
‘Sosyal devlet tembelliğe ihtiyar’ diyorlar. Bunların yanı sıra, “gelişmiş kapitalist düzende, belirli güvenceye erişmiş, iyi ücret alan işçi, kendinden sosyal harcamalar için para kesilmesine hoş bakmıyor; yaşlılar, hastalar ve işsizler için fedakârlık etmek istemiyor!” vb. pompalamalar…
Gelelim bize ve Türkiye’ye… Sermayenin, siyasal liberalizmden bile uzak olduğu… Siyasal yapının ‘demokratik işleyişi’ pek de önemsemediği, toplumun büyük kesimi güçsüz ve sessiz her iki ülkede de… 1980 sonrasında zaten var olan ‘yapısal sorunlar’ üzerine ‘küreselleşme’ gibi bir dayatmayla gidilince toplumda ciddi kutuplaşma ve çatışmalar ortaya çıktı… Ama…
Ama yeni liberalizmin yükselmesi ve gelişmesi, Batı’da “kazanılan değerleri” sarsan ve refah devleti de geri adımlar atarken… Henüz, ‘ekonomik ve sosyal gelişmişlik’ açısından, bu noktaya gelmemiş… ama bunun özlemini duyan ülkemiz ve TC. gibi ‘sosyal vaat ülkelerinde’ daha da vahim etkiler ortaya çıkmaya başlamıştır…
Bunları özetlemek gerekirse: “Dış dünyayla rekabet etmek için elimizde ‘ucuz işgücünden başka olanak yok” denildi. Ve tabii, küreselleşmenin de dayatmasıyla Türkiye’de ve ondan bize akan sınırsız – kontrolsüz göçlerde… Oluşan ciddi kutuplaşmaların dayattığı ‘toplumsal bir yapı’ oluştu. Bize dönersek Türkiye’de daha da ağırlaşan şartlar sonucunda Kıbrıs’a, ‘sadece bir lokma için’ akan göçler daha da yoğunlaştı… Ve iki toplum arasında ‘ciddi kutuplaşmalar’ zaten vardı ama daha da arttı!..
Bu yüzden de artık ve halen, ülkemizde çok çeşitli bölünme ve kutuplaşmalar yaşanıyor!..
***
İnsanımız o duruma gelmiş ki, ne ekonominin durumunu gözleyebiliyor ne de devletin / siyasal yapının, sorunlar karşısında – TC’den para yardım isteme dışında – ciddi bir tavır ve çözüm üretebildiğine inanıp, güvenebiliyorlar…
Devletten kopukluk ve umutsuzluk gittikçe büyümekte…
O zaman şunu sormak gerekiyor: Türkiye ve bizim gibi ülkelerde, “Batı’nın “Sosyal devleti” yaratan koşulları yokken… Böyle bir umut, bizim için var mıdır? Eğer yoksa Batı’dan – Türkiye’ye, Türkiye’den de bize, dayatmalar ne kadar gerekli ve geçerlidir?
***
Tabii ki ben, ne siyasi ne de ekonomi yazarıyım… Bunları bana yazdıran tek neden, “Kendimi, çok sevdiğim bu ülke ve insanıma karşı sorumlu hissetmemdendir…
Bir de yaşadıklarımızı Kıbrıslı Türkler olarak hiç hak etmememizden dolayıdır…