Kıbrıs’ın müzik üstadı Vahan Bedelyan’ın keman dersi vermiş olduğu Kıbrıslıtürk öğrencilerini bulmaya çalıştık, onlardan hatıralarını yazmalarını veya bize anlatmalarını istedik. Bu öğrencilerden birisi de Hakkı Yücel… Hakkı Yücel bir elektronik posta gönderiyor bana:
“Sevgili Sevgül;
1963 yılında, toplumlararası çatışmalar başlayana kadar Bedelyan Efendi’den keman dersi almıştım.
Her Çarşamba sabah saat 07.00’de, Ledra Palas ışıkların orada olan (o zamanki TC Elçiliği karşısı) evine gider, yarım saat keman dersi alırdım..
Çatışmalar başlayınca o Rum tarafına geçti ve bizim dersler de bitmiş oldu..
Senin yazı dizisini okurken o günleri hatırladım..”
Hakkı Yücel’den hatıralarını yazmasını isteyince, aslında Bedelyanlar’dan esinlenerek bir “Deneme” yazmış olduğunu söylüyor:
“O ders günlerinden aklımda kalanları yıllar sonra yarı gerçek yarı hayal bir deneme olarak yazmıştım..
Yanılmıyorsam bu deneme daha sonra M.Yaşın ve ekibinin hazırladığı -10 cilt miydi- Modern Kıbrıs Edebiyatı çalışmasının "Deneme" cildinde yer almıştı.. İşine yarar mı bilmiyorum, onu sana ekte gönderiyorum..
Sevgiler..”
Hakkı Yücel’in “giz’li satırlar…” başlıklı bu denemesini paylaşıyoruz:
giz’li satırlar
Hakkı Yücel
-1.keman, eski fotoğraflar, güller, Adonis ve Afrodit...
Öğretmenim daha ölmemişti...
Güneşli bir kış sabahı Maria ve kocasının cansız bedenlerini bir kamyonetin arkasına yerleştirdiklerini henüz görmemiştim...
“Bu çocuk hep kendi içi ile konuşuyor” dendiğini daha duymamıştım...
Gece nöbetlerine kalkmamış, “yalnızlık paylaşılmaz” şiirini henüz okumamıştım..
Yüreğimin sesini rüyalarımın sesine daha katmamıştım; “sesini sesimin üstüne koyma” bile dememiştim...
O en uzun kitaba henüz yerleşmemiş ve hiç bitmesin diye sondan başa doğru okumaya girişmemiştim..
Savaşı daha tanımamış, acaba yarın olacak mı, gidecek bir yer bulabilecek miyim diye kendi kendime hiç sormamıştım..
Her yerde bir başka yerin sürgünü olduğumu daha anlamamıştım..
Hangi zamandı; çok uzun zaman mıydı; yaşanmış zaman mıydı yoksa hiç yaşanmamış mıydı..?
Oysa yarın günlerden çarşambaydı; sabahleyin erken kalkmalıydım, saat 07.00’de Bedelyan Efendi ile keman dersim vardı..( Bana dünyanın en büyük keman virtüözü olarak görünen bu insana çocuk halimle “efendi” demek nedense midemi bulandırıyor, gözlerimin önünde birdenbire göbekli ve arsız bir tüccar hayalinin belirmesine yol açıyordu..)
Müzikle uğraşmak ve enstrüman çalmak gibi bir yeteneğim ya da hevesim var mıydı, yoksa babam mı büyük umutlar beslediği oğlunun bir müzik aleti çalmasına karar vermişti..Bu sorunun doğru cevabını bulmak için ne çok ve beyhude sancılar çekmiştim..Beyhudeydi çünkü şimdi aklıma geldikçe o günlerde içimde fırtınalar koparanın bu soru ve onun peşisıra koştuğum meçhul yanıtın değil, her Çarşamba sabahı elimde kemanım, yeni yeni uyanmaya başlayan Köşklüçiftlik sokaklarından bisikletimle geçerken birazdan yaşayacaklarıma dair duyduğum dehşetli merakın ve o merakın ayağa kaldırdığı hayallerin olduğunu artık biliyorum..
Yok... Yok.. Öyle müzik aşkından falan değildi bu yürek çarpıntısı; üstad Bedelyan’ın ve hep esrarengiz şeyler anlatmaya hazır duran yaşlı eşinin, her seferinde bir başka biçimde tasarladığım ve nedense illâki hüzünlü olduğundan emin olduğum özel yaşamlarıyla karşılaşacak olma heyecanıydı asıl beni sarsıp duran.. Çünkü onlarla her karşılaştığımda, sanki kendimin yazmakta olduğum romanın iki vazgeçilmez kahramanı birdenbire capcanlı varlıklar olarak hayatıma giriyor ve beraber geçirdiğimiz her saniye, daha sonra hiç yazılmayacak olsa da sözcük sözcük hayali romanımın sayfalarına düşerek yeni sayfalar halinde çoğalıp duruyordu..Gizemli hayatlar mıydı bunlar, gizemli yazılar mı; gerçek miydiler, yoksa hayal mi...? Ne önemi vardı ki, nasıl olsa ben onları saniye saniye, kare kare, satır satır ve bir duygudan ötekine sıçrayıp giden, kimi zaman çok hoş kimi zaman da çok ağrılı iç gerilimler olarak sonuna kadar yaşıyordum...
İşte üstad Bedelyan..(Romanımda Monsieur Bedelyan olarak geçecektir..) Kemanını çalmaya başladığı anda çıkardığı o mucizevi ve müthiş etkileyici seslerle beni yine yaşadığım anın çok ötesinde tarifsiz bir dünyaya götürüyordu..Hayatım boyunca kulaklarımda çınlayacak o gizemli senfoniyi çalan bu yaşlı sanatkârın; keman konusunda hiçbir yeteneği olmayan bir çocuğa beş şilin karşılığında ders vermesi, nedense bende çok trajik bir duyguya dönüşüyor ve O’nun yorgun yüzüne bakarken sanki saraydan kovulmuş bir müzik dehasının zavallı kaderiyle yüzleştiriyordu..
Şimdi herşeyi yeniden hatırlıyor ve yeniden yaşıyorum..
Günlerden yine Çarşamba...
Sabahın erken saati..
Bahçe kapısını açıp içeriye adımımı attım bile..
Önce limon, portakal, mandalina ve mersin ağacının ıslak yapraklarına “günaydın” diyerek dokundum..Karşılığında birdenbire tatlı bir hışırtı...Yine içimi kemiren o soru: “Bana mı sesleniyorlar acaba..?”
Her seferinde adımı fısıldadığına emin olduğum o sesi yıllar sonra işte yeniden duydum..
Sonra çiğ yemiş gülleri kokladım.
”Sizler nasılsınız..?” diye sordum..
Sabah mahmurluğu içindeki yüzümü hayali bir sevgilinin yüzüne sürer gibi güllerin yapraklarına sürdüm..
”Bugün çok güzel kokuyorsunuz..!” diye duyulmayan bir sesle mırıldandım..
Güller utangıç mı oluyorlardı ne, üzerlerine eğildim, seslerini duymak için sağ kulağımla ıslak tenlerine, aradan geçen uzun zamanın yok edemediği o eski alışkanlıkla yeniden dokundum...
Ama o da ne, işte yine kendimden geçmişim, her zamanki gibi derse geç kalmışım....
Bunu fark ettiğim anda duvar kenarında yükselen merdiven basamaklarından koşar adım yukarıya doğru tıpkı eskisi gibi çabuk çabuk çıkmışım..
Kapının önündeyim ve yine ürkekçe tokmağı vuruyorum..
Biraz sonra Bedelyan Efendi’nin eski terlikleriyle ayak sürürken çıkardığı sesleri duyuyorum..
Kır saçlı ve ince çerçeveli gözlükleriyle solgun yüzlü yaşlı bir adam kapıyı açıyor..
Gözlerine bakmaktan korkuyor muyum –sanki derin iki kuyu- ama yüzüne doğrudan bakamadığımı hatırlıyorum..
Sonra o çok uzaktan geliyormuş gibi fısıltılı halindeki kırık dökük ses:
“Günaydın...Odaya geç oğlum, şimdi geliyorum...”
Odaya doğru yürürken sessizliğin ve sadeliğin hüküm sürdüğü salonun camlı dolabına kaçamak gözlerle bakıyorum..
Tıpkı birdenbire yüzüme çarpan ışık demetinin tuhaf parlaklığında beyaz porselen bir vazo içinde duran gülleri farkettiğim gün baktığım gibi, öyle bakıyorum..
Hayranlıkla ve şaşkınlıkla..
Nasıl da muhteşemdiler..
Islak yapraklarında çoğalan yaldızlı parıltılar tarifi mümkün olmayan bir ışık denizinin yansımaları gibiydi ve inanılmaz derecede göz alıcıydılar..Bir an olduğum yerde kalakalmıştım ve gözlerimi, ne mümkün, güllerden alamıyordum.. Birden hemen arkamda beliren bayan Bedelyan’ın (romanımda O Madam Bedelyan’dı) tiz sesi:
-“Bahçeden biraz önce topladım, ne kadar alımlılar değil mi..?”
-“Hele renkleri..” diye adeta kekeleyerek kendi kendime mırıldanıyorum..
İşte o an Bayan Bedelyan (O’nun için hangi ismi kullanmalıyım..) büyük bir fırsatı yakalamış da kaçırmak istemiyormuşcasına, beni daha da şaşkınlığa düşürecek hikâyeyi anlatmaya başlıyor:
-“Afrodit’in kanıdır bu kızıl renk, güzelliği ve benzersizliği ondandır..Büyük aşkı güzel Adonis kötü tanrıların gazabına uğrayıp da yaban domuzlarının saldırısına maruz kalınca, Afrodit yardımına koşar, ancak yaralanır. İşte o yaradan akan kan Afrodit’in sevgilisi için topladığı beyaz güllerin üzerine damlar ve beyaz güller bir anda kırmızıya döner.. Büyük aşkın kanı beyaz güllerin yapraklarında muhteşem bir renk halini alır..”
Devam edecek