DR. HALE EREL
''Göçmen çocukları ellerini kaldırsın'' dediğinde ben şaşkın, biraz da utangaç etrafıma bakmıştım. Çekingen birkaç kol havaya kalktığında çaresiz ben de kaldırmıştım ne olacağını bilmeden. ''Tahtaya kalkın'' sesini duyduğumuzda, sanki suçlu gibi olmuştuk. Zaten üstüme bol gelen siyah okul önlüğünün içinde kayboluyordum, şimdi hepten bacaklarıma sarılmış yürümemi engelliyordu. Kara tahtanın önünde biz beş, altı çocuk sessiz duruyorduk. Yer yarılsa da içini girip kaybolsam misali.
Ve o ses, bizim de diğerleri gibi olduğumuzu anlatmaya başladı. “Biz de çocuktuk ama bizim evimiz yoktu şimdi evimizi bırakıp gelmiştik ve göçmendik. Bize iyi davranılması gerekirdi...” Ben söylenenlerin yarısını dinlemiştim diğer yarısında gözüme bir şey kaçmıştı herhalde gözlerimi ovuşturuyordum. İlk ayrılık tohumları ekilmişti içimize ama bunu o kadar iyi niyetle yapmıştı ki öğretmenimiz, kızamadık, yani ben kızmadım sadece küstüm. Bizim farkımız ne diye düşünüyordum içimden. Bir şey diyemedik ağzımızı açamadık. Ben kimseye farklı olmadığımı anlatamadım bir daha, daha üç beş ay önce sıradan herhangi bir çocuk olduğumu, her zaman el bebek gül bebek büyütüldüğümü kimseye anlatamadım, bir daha anlatmaya da çalışmadım galiba. Sadece babam her zamanki gibi yemekten sonra ''Gel bakalım çorbacı, anlat bakalım okulu” deyince kucağına tırmandım en sevdiğim yere yerleştim. “Bugün öğretmen bizim göçmen olduğumuzu söyledi baba, doğru mu?” dedim, aslında tam da diyemedim hıçkırıklar arasında… Sulu göz işte.
Babamın yüzü kızardı, gözleri yaşardı ben bu soruyu sorduğuma bin pişman oldum, bir daha kimseye ne anlattım ne de hatırladım, unuttuklarımın arasına yazdım gitti. Demek ki kötü bir şey dedim içimden.
İyiydi öğretmenim, çok iyiydi ama sonra ben öğretmenimi bir daha hiç sevemedim, aylar sonra kırık bir salıncaktan düşüp kolumu kırdığım zaman, alçının üstünden cetvelle koluma vurup ''Acıyor mu?'' dediğinde ''Hayır'' dedim ama aslında ''Çok acıdı” demek istedim, “çok acıdı, bana ömür boyu unutamayacağım bir isim verdin sen” demek istedim. “Göçmen ne demekmiş sayende öğrendim” demek istedim, “ben seni artık sevmiyorum” demek istedim, “neden çocukların arasında bu ayırımı yapıyorsun?” demek istedim, “göçmen çocuğuysam bu benim suçum değil” demek istedim, “hem savaşı ben çıkarmadım” demek istedim. Demedim, sadece ağzımdan bir tek sözcük çıktı. “Hayır, acımıyor.'' Oysa ki çok acıdı, çok. Öğretmenimi okuldan ayrıldıktan sonra bir daha görmedim, görmek istemedim. O günlerden kalmadır sanıyorum açken tokum demek, canım acıdığında gülmek, sevdiğim zaman sevmedim demek, istediğime uzaktan bakmak, kim bilir belki de acıya tatlı demeyi o günlerde öğrenmişimdir.
Göçmen çocuğu olmak hep ayrıcalık oldu benim için sonradan, daha çok çalışmalıydım, daha çok okumalıydım, daha çok başarı daha çok, hep daha çoktu. Sokakta oynarken genellikle biz göçmen çocukları ve diğerleri olarak ikiye ayrılırdık. Bazen pencerenin birinden bir kadın sesi ''Yine mi göçmen çocuklarıyla oynuyorsunuz?” diyordu, o zaman da pirillinin (misket) biri göçmen çocuğu olmayanın kafasına isabet ediyordu yanlışlıkla. Lingiri oyununda (çelik-çomak) , değneklerden biri nedense göçmen çocuğu olmayanların kafasını yarıyordu, biraz ağlıyordu sonra geçiyordu, annesine de bir şey diyemiyordu, çünkü sonra oyuna bir daha giremiyordu, ama bizim için sorun yoktu zaten. Bir insan bir defa yüzleşir hayatla, sonrası boş sözler. Onlar ve biz çocuktuk.
''Göçmen çocuğu ama çok güzel giyiniyor'' sözleri kafamın içinde hala çınlamaya devam ediyor aslında, o koca popolu komşu kadını da hiç unutmadım. Beni yol ortasında durdurup annemin ördüğü o zamanın moda renkleri, dışı kırmızı içi beyaz hırkamı incelerken ben onun 5 kişilik poposunu belleğime yazıyordum. Annemse ''Boş ver” diyordu, “çocuğu olmadığından çocuk kıymeti bilmiyordur''. Ben o kadının adını hiç öğrenmedim.
Yok saymak en iyi yoldu, bir insanın canını acıtmak için.
Uzaklardan bir gürültü, bağrış cağrışla, tam da sokakta yolun ortasında kurduğumuz oyunumuz bozulduğunda henüz göçmen çocuğu damgasını yiyeli çok olmamıştı aslında. Kafamızı kaldırıp karşıya baktığımızda bisiklet üstündeki kızı fark etmiştik ama bizden önce başkaları fark etmiş ki kızın yolunu kesmişler, ellerini tutmuşlar iteliyorlardı. ''Rum kızı, Rum kızı'' diyen sesler bizim çil yavrusu gibi kaçışmamıza neden olmuştu. Rum kızı korktuğumuz sihirli bir sözcük. Ağlamak bir yana titriyorduk korkudan. Rum kızının Çağlayan’ın arkasında ne işi vardı, yoksa bizi öldürmeye mi gelmişti, belki tabancası vardı, silah mutlaka. O çaresiz biz ondan daha çaresiz. O ağlıyor biz feryat figan. O şaşkın, biz korku doluyuz.
Gözlerimden akan yaşların ve titremelerin arasında uzaktan Rum kızına baktım ki o bizden daha çok korkmuş, yaprak gibi titriyor. Bisikleti ile okula giderken yanlışlıkla sınırı geçmiş, çünkü kafasında sınır olmadığı için dikkat etmemiş, o bizden korkuyor, biz ondan korkuyoruz, büyük adamlar kızın elini tutuyor, etkisiz hale getiriyor, ''Bunu polise verelim diyor'' biri, kız ağlıyor biz de ağlıyoruz, hangimiz daha çok korkuyoruz, bilmiyoruz ama o biliyorum ki korku içindeyiz... Ve kızı götürüyorlar o büyük büyük adamlar... Bisikleti de götürüyorlar, kızı da götürüyorlar. Benim hiç bisikletim olmadı.
Sonra öğreniyoruz ki kız bir gece Türk tarafında kalmış tutuklu olarak, sonra anlamışlar ki kız suçsuz, vermişler babasına. Onu bilmem ama bizdeki korku hep kaldı. Bizden sadece birkaç yaş büyük bir kız çocuğundan korkmayı öyle öğretmişler ki bize biz hep korktuk, Kızdan korktuk, aslında Rum sözcüğünden daha çok korktuk. Bir daha sokakta yalnız oynayamadık. Gece sokağa çıkamadık. Karanlıktan hep korktum ben, sonra sürekli ağlama nöbetlerime sonunda bir çare bulundu, eve gelen bir kadın benim kafamın üstünden kurşun döktü de ben bu korkudan kurtuldum, kurşunu da bütün ev halkı hep birlikte bisiklete benzetmek için çok uğraştık ama işte kurtulmuştum bu korkudan. Kem gözlere fiş. Acaba kimseyi üzmemek için yalan söylemeyi o gün mü öğrenmiştim? İnsanların çaresizken neler yapabileceklerini o gün yazdım belleğime.
Göçmen çocukları ve göçmen çocuğu olmayanlar, Türk kızı ve Rum kızı, Türk tarafı ve Rum tarafı. Nasıl bir ayrıştırma öğretilmişse bizlere, biz hep farklı yaşamayı öğrenmek zorunda kaldık. Küçücük bir adada, olmayan sınırlarla olmayan yaşamları yaşadık, kendi hayatlarımızı unuttuk. Hep başka hayatların figüranı olduk. Kendimize düşmanlar yarattık, hayalimizdekinden korkmayı öğrendik.
Kimdin sen Rum kızı? Hala korkuyor musun bizden? Elma dersem çıkar mısın, bizimle oynar mısın? Yoksa sen de benim gibi o günleri hatırlamaya korkar mısın? Yazalım desem tarihi yeniden benimle yazar mısın?
(DR. HALE EREL – MART 2015)