Ağustos’un yakıcı bir gününde aile ziyareti var. Bir Pazar sabahı, Mağusa’dan Lefkoşa’ya giderken Mesarya’yı izliyorum. Arabanın arka koltuğunda her yolculukta olduğu gibi bir sürü kitap, bir kaç sayfa kağıt ve kalem boyalar var. Bu çoraklığı her geçtiğimde, henüz on yaşındayken, bu kadar büyük boşluk neden var diye düşünürdüm. Bu derinlik, alabildiğine sarı, verebildiği kadar mavi, hep buralar böyle ıssız mı olacak, hep böyle mi kalacak bu tek şeritli yol, babam hep beyaz saçlı mıydı, annemin güzel yeşil gözleri her daim bana böyle sevgiyle mi bakacak, yarın mesela ne olacak, ertesi gün, daha da sonrası, yirmi yıl sonra nerede olacağım, altmış yaşında hangi binalarda nefes alacağım, seksenimde mesela nenem gibi beyazlara bürünen bir tazeliğin içinde mi, dedem gibi gözleri doğduğu köyü bekler gibi, dolu dolu, her daim geçmişe hasret mi kalacağım ?
Mesela bu dağlar henüz yeşildi, içinde tozdan görünmez olan ve bir yırtıcı kuşun parçaladığı gibi bedeni, yitmemişti Mesarya’ya bakan bu beş parmak. Şimdilerde olduğu gibi gökle yer arasında mesafe bu kadar yakın olmamıştı. Arada yeşil, ulaşılmaz görünen çam ağaçları vardı, kokusunu bilirim, kozalaklarından yemişler çıkan ağaçlar bile vardı, börtü böcek, biraz sivri sinek, hatta inanmayacaksınız o dağlarda, terkedilmiş kiliselerde asılı duran türlü efsane de vardı. Tabii bir de yarım kalan dualar vardı.
Yarım.
Her hafta sonu gidilen bir dağın öte yamacında Kaplıca köyünde deniz henüz apaktı, temizdi, beyaz travertenlerde koşuşturduğumda beni alıp denizlere savuran sevdiğim insanlar vardı, zorla yüzmeyi öğretmek için beni kollarımdan tutup havalara atan, çocuk çığlığı ile derinleri gördüklerim vardı. Çıkıp kan ter içinde, ayaklarımda kum taneleri ile birlikte, gidip bir Karadenizli amcanın sohbetine girmişliğimiz vardı, belki her şey daha masumdu, her şey daha kirlenmemişti, belki de çocuk gözlerdeki arayıştı, bekleyişti, umuttu...
O günler.
***
Dedem, Göçmenköy’deki küçük evinde yine bizi dışarıda bekliyor. Evin girişinde sardunyalar, zambaklar, gece tütenler var, bir de hemen insana “hoşgeldiniz” dercesine kokusuna sarıp sarmalayan yasemin. Beyaz entarisiyle ve mavi gözleriyle nenemin bizi karşılamasıyla birleşirdi yaseminin beyaz çiçekli kokusu.
Dedem gelip öperdi, sarılırdı, yanağımızı okşar, gelin, oturun, o da “çocuklarım hoşgeldiniz” derdi. Evin önündeki karyolanın üzerinde her daim gazeteler vardı, her gün sabah gider gazete alır, hiç gözlük kullanmadan seksen yaşına kadar o yorgun gözleriyle durmadan havadisleri okur, her öğlen, her akşam eski, arada cızırdayan, kapanan, sonra tekrar açılan, üzerine hafifçe vurunca ekrandaki suretlerin tekrar konuşmaya başladığı televizyon haberlerini de kaçırmazdı. Önemliydi o zaman haberler. Denktaş’la başlayıp onunla kapanan her haber bülteninde insanın içi burkulurdu, savaş tamtamları çalardı her BRT bülteninde, düşmanlıkla bezenen kelimeler o eski televizyondan çıkıp çocuk gözlere ve kulaklara dolardı.
Dedem daha bir dakika önce gelmemize rağmen hemen sıralardı, “Kahve içtiniz mi, yemek yediniz mi, aç mısınız?” Ne güzel sorulardı bunlar, insanın yüreğine dokunurdu, ben küçük ellerimle dedemin kahverengi pantolonundan çeker, şeker isterdim. Verirdi, hemen koşturarak, gider mutfağa, camlığı açar, küçük kaselerde kesme şekerler, caf caflı kağıtlara sarılmış renkli yemişler getirirdi. O da yoksa, kuruyemişle dolu ellerle gelir, altı metrekarelik küçük oturma odasında benim sevinçle kaseleri bitirmemi izlerdi. Nenem eski bir Kıbrıs kadınıydı. Haşindi ama sevgi doluydu, kızardı ama severdi işte, ve her daim dedeme “bre herif” diye seslenirdi. Ben gülerdim. Kafasına koyduğunu yapan mert bir kadındı. Dedem uçak yolculuğundan korktuğu için nenem arkadaşlarıyla o yaşında Mekke’ye hacca gitmiş, kendisinden 1 ay haber alamamıştık. O yıllarda binlerce insanın ölüm haberleri gelirdi, tüm aile sağ salim geri dönmesini beklemişti. Gelmişti ve gelirken hepimize oyuncaklar getirmişti.
Unutmam. Nenemin entarisinde ve yemenisinde tarlalardan, ekinlerden gelen bir koku saklıydı, buğday başakları, arpa taneleri gizliydi o kokuda ve tüm o hayat içinde sekiz çocuk doğurmuştu, iki tanesini de doğmadan kaybetmişti. Benim annem ise henüz ben bir yaşındayken ortanca kardeşimi toprağa vermişti. Topraktan gelen bir neslin devamında, dağ bayır sarı olan, küçük derelerin, orak tutan nasırlı ellerin, çatlamış dudakların ve hüzün dolu bakışların kendi özünü emaneten topraktan alıp yeniden nesilden nesile toprağa, aldığını bırakması gibi...
Çünkü hayat emanettir.
***
Savaş geldi. Etraf dağıldı, ahali kaçıştı, insanlar gibi kuşlar, köpekler, karıncalar bile öldü. Bir bombanın sesinden niceleri ürktü, kardeş kardeşi vurdu, komşu komşunun külüne muhtaç değilmiş gibi onun külünü savuşturdu, evler yağmalandı, Aretyu’dan Lefkoşa’ya giden otobüsler durdu, barikatlarda muhafızlar kin gözlerle aradı. Türk var mı diye sordu, birkaç mahalle ileride solcu var mı diye sordu biri, birkaç köy ötede, Rum var mı diye sordu bir düşman, her şey bir birine karıştı, nefes nefese silah doğrulttu, kurşun göğü deldi, köyleri yaktı, bebekleri öldüren bir nefretin sonrasında, nefretin doğurduğu o nesil kendi yurdunda, yarımından yetim kaldı, benim nenem dedem yollara düştü, yeni bir çatı aradı, göçmen oldular annemle babam ve yeni köyler, yeni sokaklarda hayatın yarınını beklediler.
Annem şanslıydı, savaş annesi ve babasını hayatta bırakmıştı ama Babam yetim kalmıştı. Şimdilerde yine her kayıp haberi duyduğumda belki dedem de bulunur diye umutlanırım. Belki bulunur, bir mezar taşı olur, gidip dua edecekler için su dökülecek toprağı olur diye. Çünkü hiç bir ölü topraksız kalmamalı.
Bunlar geldi aklıma bir Pazar sabahı. Şimdi şeherin Lefkoşa olduğu bir saatte ve artık nenemle dedemin olmadığı bir zamanda ve yarın kaybedeceğimiz tüm sevdiklerimizin hatırına, şimdiye bakıp düşünelim.
Yurdumuzun yarımında hepimiz yetim kaldık.
***
Annemle babamın evinin önünde halen büyükçe bir limon ağacı var. Dedem yaşadığı vakit ve ben on yaşındayken evimize geldiğinde ağaca bakıp “Dedem, bak şu limon ağacında çiçekler açmış” diye şen gözlerle bana açan çiçekleri göstermişti. Gülümsemişti.
O gitti. Nenem de beyazlara büründüğü entarisiyle ve masmavi gözleriyle gitti.
Göçmenköy’de dedemin evinin önünden geçtiğimde şimdi, sardunyaları, zambakları, gece tütenleri göremedim.
Yasemin ağacı bile yok yerli yerinde, o da gitti.
En büyük korkum, çocukluğumun limon ağacının bizi bırakıp gitmesi.
Çare var mıdır?
Söyleyin, gitmesin !