GODOT’YU BEKLERKEN…

Sinan Dirlik

Hızla içe kapanan, dünyayla kavgalı bir yönetim anlayışı, Türkiye’yi her geçen gün daha izole hale getiriyor. Milliyetçiliği kazıdığınızda altından buz gibi ihanet çıkmasına alışkın olduğumuzdan, durumdan hareketle milliyetçi hamaset naraları atanlara bakmayın siz. Vizyonu Hollanda’ya kızıp portakal kesmekten, Çin’e kızıp Koreli tartaklamaktan, İsrail’e kızıp sinagoga yürümekten öteye gitmeyen lumpenlere gülsek de durum hayli ciddi… İslamo-faşizm Türkiye’yi Cumhuriyet tarihinde eşi görülmedik bir felakete sürüklüyor. Bu, sadece Türkiye’nin felaketi de olmayacak üstelik. Zaten ateşler içerisinde kavrulan coğrafyanın üzerine benzin dökülüyor!

Almanya ile dozu giderek artan gerilim, Türkiye- Almanya ilişkileri tarihinde benzersiz bir noktaya geldi. Almanya, Avrupa’nın sıradan bir ülkesi değil, hem ekonomik, hem siyasi anlamda lokomotifi. Türkiye, Almanya üzerinden Avrupa ile, Avrupa üzerinden Almanya ile kavga ediyor. 2016 sonu itibarıyla Almanya- Türkiye dış ticaret hacmi 35.5 milyar dolar. Türkiye’nin toplam ihracatında Almanya’nın payı %9.8. Almanya’nın ithalatımızdaki payı ise %10.8. Sadece 2017 Mayıs’ında 1.3 milyon dolarlık ihracat yaptığımız Almanya’dan aynı ayda 1.8 milyon dolarlık ithalat yapılmış. Yani Almanya Türkiye’nin en önemli ekonomik partneri. İlk bakışta bu kavga iki ülke ekonomisine de zarar verecekmiş gibi görünse de, Almanya’nın 2016 yılında 253 milyar Euro dış ticaret fazlası veren, yine 2016 yılı itibarıyla toplamda 1 trilyon 208 milyon Euro ihracat yapan bir dünya devi olduğunu ve Türkiye pazarının Almanya açısından devede kulak olduğunu akıldan çıkartmamak gerekiyor.

Demokrasi ve hukuk alanında AB değerlerinden hızla uzaklaşan Türkiye, Avrupa ile gerçek anlamda bir kopuşmayı ister gibi görünüyor. Belki de İslamo-faşist yönetimin hesabı, artık sürekli sinek vızıltısı gibi huzurunu kaçıran AB baskı ve denetiminden kurtulmak. Zira AİHM önünde aklı başında her iktidarın uykularını kaçırmaya yetecek kadar dava ve yüklü tazminatlar yığılı duruyor. Uluslar arası alanda saygınlığını ve güvenilirliğini yitirmiş İslamo-faşist iktidar hakkında artık dedikoduların çok ötesine geçen suçlamalar biriktikçe birikiyor. Buna bir de Avrupa karşısına sürekli sığınmacı şantajıyla çıkılması, Almanya başta olmak üzere AB’nin sinir uçlarını baskılıyor. Avrupa’nın sığınmacılar konusundaki ikiyüzlülüğü herkesin malumu… Fakat unutmamak gerekiyor ki, sığınmacı sorununu Türkiye’nin ve Avrupa’nın başına saran da bizzat İslamo-faşist rejimin kendisi. “Şam’da sabah namazı” hayalleri, Suriye’yi kanlı bir iç savaşa sürüklerken, Türkiye’nin de iç güvenliği tarihinin en riskli dönemine girdi. Avrupa, ABD ve Rusya ile cambazca ilişkiler yürütürken Ortadoğu ateşinin göbeğine düşen Türkiye’nin hatalarının sorumluluğunu niçin paylaşsın?

Evet Avrupa ile ekonomik ilişkiler çok önemli… Evet Avrupa ile siyasi ilişkiler çok önemli… Fakat mesele bundan ibaret değil. Türkiye ittire kaktıra da olsa yarım asırdır AB sürecinin içerisinde yer aldı. Bunun Türkiye için ekonomik ve siyasi faydaları tartışılabilir fakat tartışılmayacak bir şey var ki, Türkiye demokrasisi AB yolculuğunda önemli mevziler kazanmıştı. Dolayısıyla AB’yi “emperyalist bir kulüp” ya da “hristiyan birliği” olarak görse de görmese de, herkesin teslim etmesi gereken husus, AB değerlerinin Türkiye demokrasisini dönüştürdüğü gerçeğidir. Ekonomik ve siyasal anlamda AB’den uzaklaşıyor olmaya sevinebilirsiniz fakat AB değerlerinde vücut bulan, Türkiye’nin de yaşamsal ihtiyacı olan hukuk ve demokrasiden uzaklaşmak sevinilesi bir durum değil. Hukuk ve demokrasi alanında da maalesef AB değerlerinden daha iyi bir model bulunmuyor elimizde. En azından şimdilik…

OHAL ve KHK’larla yönetilen; hak savunucularının, gazeteci ve aydınların, akademisyenlerin susturulduğu bir Türkiye, AB’den uzaklaştıkça otoriterleşen, otoriterleştikçe de saldırganlaşan bir yönetim anlayışına savruluyor. Muhalefet sağduyusunun bastırıldığı bir karanlıkta, içte ve dışta faşizm ve savaş çığırtkanlarının uluması duyulur zira… Böyle bir iklim, Türkiye açısından sadece daha fazla saldırganlığı, yayılmacılığı, uluslar arası hukukun denetimi dışında her türlü karanlık dalaveranın içerisine sürüklenmeyi besler… Ki, içinde bulunduğumuz yuvarlanma hali, bulunduğumuz noktadan dipsiz ve ürkütücü karanlığın göstergesi…

Farklı saiklerle çıkarı hukuk ve demokraside olan herkesin İslamo-faşizm ve ırkçılığın birbiriyle kol kola, birbirini destekleyip besleyerek ilerlediğini aklından çıkarmaması gerekiyor. Etnik açıdan hızla atomize olma yolunda koşar adım giden Türkiye’de etnik milliyetçiliğin ayrıştırıcı zehirlemesinden korunmak mümkün görünmüyor. Yeni ortak paydalara, yeni ortaklıklara, yeni gelecek tahayyüllerine en fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde ne yazık ki beklediğimiz Godot gelmiyor… Geleceğe de benzemiyor…

Godot’yu beklerken geçti ömrümüz… Şimdi eğer geleceğinden umudu kesip, ayaklarımız hepimizin varlığını koruyabilecek yegâne güç olarak hukuk ve demokrasi zeminine basmaya başladıysa (ki o konuda pek iyimser değilim ama…) yeniden nasıl bir araya gelebileceğimizi, yeniden konuşabilmeye, mücadeleye nasıl ve nereden başlayabileceğimizi düşünmenin zamanı…