Nügen Derman Duru
nugenduru@hotmail.com
Gölgelerin hep bir ağırlığı vardır. Adım adım insanı takip eder.
Antik çağın ünlü filozofu Platon, insanın doğduğu andan başlayarak gölgeleri deneyimlediğini söyler. Onları o kadar çok görmektedir ki, bunların gölge olduklarının dahi farkında değildir. İnsan olmanın doğal bir sonucuyla duyularının sundukları ile yetinir. “Gölgeler” insan dünyasının tek gerçeği olur. Dünya’yı bir mağaraya benzeten filozof insanı bu mağaranın duvarları içine hapsolmuş mahkûm olarak görür. Zincirlerle mağaranın içinde tutsak olan insan, tüm yaşamını mağara duvarlarında oyun oynayan gölgelerin filmini izleyerek geçirir. Oysaki ne kendi gerçektir, ne de mağaradaki yansımalar. Dışardan gelen ışığın duvara yansıttıkları ile avunur. Nasıl bir yanılsamanın içinde bulunduğunun bilincinde değildir. Mağaranın duvarında gördüklerini gerçek sayar. Gördüğü her harekete, duyduğu her sese gerçekmişçesine inanır. Zincirlerinden kopamadığı sürece duyularının onu yanıltabileceğini fark etmesi ya mümkün olmayacaktır ya da zaman alacaktır. Zaman aldığını varsayarsak, gerçeğin zincirlerinden kurtulmakla ve gölgelerin kaynağını sorgulamakla köyün delisi olacaktır büyük bir olasılıkla…
Dünya’nın sanal yaşamında insan, gölgelerin ardından sorgusuz sualsiz gitmeyi mi seçecek, yoksa köyün delisi olmayı mı?
“Gölgesini fark eden kişi artık zararsız olmadığını çok iyi bilir” der psikanalist Carl Jung. Hafızanın karanlıklarında sıkışıp kalmış anılar, öfkeler, bastırılmış duygu ve düşünceler, önyargılar, korku ve düşmanlıklardır söz konusu gölgeler. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın hep onu yanı başında taşır durur. Gündüzündedir, gecesindedir, üzüntüsündedir, sevincindedir... Karşıda durana öfkelendiğinde, yanı başındakini kıskandığında, hırsından gözü döndüğünde, nerede duracağını bilemediğinde gölgesiyle karşı karşıyadır. Hep hareket halindedir ama yapışık ikizi gibidir. Çünkü kendisidir, diğer yanıdır. Bir bütünün ayrıntısı olarak karşısında durur fakat onu görmez. Gölgesini ancak başkasında, öteki olanda görür ve yaşar; gel gör ki onun kendi gölgesi olduğunun ayırımında değildir. Böylece gölge öteki olanda büyür ve ağırlaşır. Gölgesiyle yüzleşmediği sürece zararsız olmadığını da bilemez. Etrafı düşmanlarla doluymuş gibi bir tedirginlik ve şüphe içini kemirir. Artık herkes karşısındadır, başkasıdır, ötekidir.
Dünyaya kem gözlerle bakmanın, şiddete değer biçmenin, insan onurunun dışındaki her şeyin yıldızlar kadar parlak görünmesinin temeli bu tutsaklıktır, tutsaklığın farkında olmamaktır.
Kişiliğin bu yönünü görebilmek akıl, cesaret ve yürek ister. Önce ışığı görmek,sonra ona doğru yürümek gerek. Zincirleri koparmak ise ayrı bir güç, ardından deli cesareti ister.
Platon ve Jung iki farklı zamanda iki farklı okyanusda yüzer gibi dururlar. Oysaki her ikisi de insanın tutsaklığına dem vurur. Birinde gölgeler insanın duyu organlarına olan tutsaklığını, diğerinde ise kişiliğin ehlileşmemiş yanını, olumsuzlukların şekillendirdiği özellikler bütününü temsil eder. Kişiliğin bu karanlık yönünü göremeyen insan, kendini tanımayan, gerçekle yüzleşmeyen insandır. Tıpkı Sophokles’in dramındaki Ödipus gibi kaderine terk edilen kişidir. Felakete sürüklenmek ya da kurtuluşa varmak, kader diye dayatılandan kurtulmak için ışığı fark etmek, ışığa doğru yürümek gerek.
“Entelektüel olmak ” zihne doluşmuş bilgilerle yalpalanmak değildir. Aklın, her türlü önyargıya, hırsa, tutkuya, kıskançlığa, hatta kendinden gelebilecek yanılgılara karşı uyanık olmasıdır. Gölgesinin farkında olmak, onu kabullenmektir. Diğer yanını aklıyla uzlaştırmak kendine ve başkalarına gerektiğinde muhalif olabilmektir.