1979 Eylül’ünde, İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği 2. Sınıfı’na başladığım günlerde, laboratuar grubumuza katılan yeni(!) bir öğrenci yanaştı yanıma. “Merhaba, ben Mahmut Yıldırım(bu ismi yıllar sonra gazetelerde gördüğümde hiç şaşırmamıştım). Aktarma ile geldim sizin fakülteye (hangi üniversiteden aktarma yaptığı sorumu geçiştiriyordu); Türkiye’de yaşananlara baktıkça kafam daha da karışıyor; hangi fraksiyona katılacağımı bilemiyorum; bana yardımcı olabilir misin?” diye sordu.
Fakülte’nin solcu öğrencileri dışında, benimle konuşmayı geçtim (sınıfın boykot ya da eylem çağırıcısı olduğumdan olsa gerek), çoğu selam vermekten bile geri dururken; bu “yeni tipin” benden yardım istemesi kuşkulandırmıştı beni. Yüzü kadar karanlık bir tip olduğu kısa sürede açığa çıkacaktı zaten.
Neden, Türkiyeli arkadaşlardan değil de benden yardım istiyordu; bu sorumu da (birincisi gibi) geçiştiriyor; KÖGEF ve örgütlülüğü hakkında sorular soruyordu. Birlikte davrandığınız İGD bile silaha bulaşmışken, Kıbrıslılar’ın silaha bulaşmadığını mı söylüyormuşum (adam aslında silahlı olup olmadığımızı kontrol ediyormuş).
Laboratuar grubunda karşımda oturmasına karşın selamlaşmayı bile kesmiştik, kısa zamanda.
Birkaç gün sonra da arkadaşlar, Çapa Tıp’tan faşistlerle görüldüğünü söyleyecekti zaten.
Sıkıyönetim “sıkılığını” iyice artırırken; faşist baskılar ve saldırılar da artıyordu. Biz okula tırnak makası bile sokamazken, laboratuar masasının altından tabanca gösterip; pis pis sırıtıyor; “kendini ölüme hazırlasan iyi edersin; fazla günün kalmadı” diye tehditler sallıyor; Her fırsatta (Çapa Tıp’tan arkadaşlarıyla) yolumuza çıkıp; taş ve sopalarla saldırıya geçiyorlardı.
Üniversite’den İGD’li arkadaşlar, okul içinde dahi yalnız gezmememiz, provakasyonlara gelip kavgalara karışmamamız konusunda bizi sıklıkla uyarıyor; faşist kesimlerin iktidar ve polis tarafından desteklendiğini, tehlikenin daha da büyüdüğünü hatırlatıyorlardı bize.
Bu uyarıların haklılığını gösteren bir sürü olay yaşıyorduk her gün. Hemen hemen her sabah (kalabalık olmadığımız günlerde) Külling lakaplı bir faşist, yüksekçe bir taşın üstüne çıkıp; uluma tarzında “gomonistlere ölüüümm” diye bağırır; köşe bucağa saklanmış (eli sopalı, bıçaklı) bir sürü faşist (bizim Mahmut da dahil) üstümüze saldırırdı… Solcular dayak yediği sürece, seyirci pozisyonlarını bozmayan polis ve jandarma; faşistler dayak yemeye başlarsa harekete geçip; bizi coptan geçirmeye başlardı…
Bizden büyük arkadaşlar ne kadar uyarırısa uyarsın, (18 yaşını yeni doldurmuş) benim gibi birkaç kişi onlara kulak vermiyorduk.
Geçilmemesi gereken güzergahlar; girilmemesi gereken mahalleler vardı. Oysa biz aceleciydik; yapılacak işlerimiz vardı!..
Yine böyle bir günde, Ergül’ün karşı çıkmasına karşın (kesinlikle kullanılmaması gereken) Eminönü- Çapa otobüsüne binmiş; Beyazıt’taki Küllük’ün önünden geçerken kafamızı eğip saklanacağımız sanmıştık. Durakta silahlı nöbet tutan Faşistler duran her otobüse kısa süreliğine bakıp kontrol ediyorlardı oysa. Otobüsü kontrol edenlerin sonuncusu otobüsten inerken son bir bakış atmış ve bizi tanımıştı ama, otobüs hareket etmiş ve kapısını kapamıştı. Bir sonraki durak (Fakülte durağı) 500 m ilerideydi. Otobüsün arkasından koşmaya başladılar. Ergül, “İki seçeneğimiz var, ya bu durakta inip Fakülteye doğru koşacağız ya da otobüsü yetişemezlerse Laleli’de ineceğiz.” diyor ve camdan peşimizdeki faşistleri izliyordu. Sadık (Cemil) Laleli’de öldürülmüştü (o öldürüleli henüz bir yıl olmamıştı), biz ilk seçeneği seçtik… Arkamızdan yağdırılan kurşunlara bakmadan o yüz metreyi nasıl koştuk unutamam…
Ama dedik ya, damarlarımızda “deli bir kan dolaşıyor”. Bende zırnık akıllanma yok… Arkadaşlar, “biraz dikkatli ol hem kendini hem de arkadaşını öldürtecektin” diye uyarıyor; ben “cezvenin altında ateş varsa kabaracak, tutamazsınız” diye, savunma yapıyordum.
2. Ders: Ben yine sınıfta kalıyorum.
Bu olayın ardından pek çok kavgaya neden oluyorum; uyarılar, ölüm riski vız geliyor bana. Çevremdeki insanları da ayartıyorum çoğu zaman. Çapa içerisinde dahi grup halinde olma kararını da deliyorum sık sık.
Bir gün Eşref’i de kandırıp; grubu beklemeden Tıp Fakültesi’nin yemekhanesine yürüyoruz. Çapa’nın en büyük binası “Monoblok” henüz inşaat halinde; onun önünden Tıp fakültesine giden yol kısa ama tenha. Olsun!.. Ben o yolu tercih ediyorum. İnşaatın önüne geldiğimizde Külling ve iki arkadaşı ile karşılaşıyoruz. Kalın kaşlı, sarkık bıyıklı, şiş yanaklı olanı daha önce hiç görmedim ama bir yerden tanıdık geliyor. Eşref “bu it Muharrem’in katili” diyor. Ülmen’in çizdiği robot resmini görmüştüm, Muharrem ve Ülmen’i kaçıran faşistlerden Nihat Uluslu idi bu. Onlar ters ters bakıp geçecek miydi bilmiyorum; yanaştıklarında “ne sırıtın be katil köpek” dememe kalmadı üstümüze çullandılar. Külling doğruca benim üstüme yürüdü, diğer ikisi Eşref’in… Bir yandan Kulling’e yumruk yetiştirmeye çalışıyorum; diğer yandan onları izliyorum; Eşref yere düşüyor, Katil eline aldığı kocaman bir taşı başına vurmaya hazırlanıyor; şuursuzca saldırıyorum, gözüm kararıyor, “al sana iki tabut daha” diye düşünüyorum. Elinde küreklerle kavgaya koşan işçiler kurtarıyor bizi, Kulling arkamızdan ulumaya devam ediyor…
O gün aklıma düşen üç beş dize, şiir olana kadar aylarca kemirip durdu beynimi:
Karlar düşer ya
vurulmuş gibi,
düşer de erir
çocuklar gibi.
Çocuklar ölür
doğmamış gibi.
(Günleri Kayıp Bir Çocuk Güncesi isimli kitabımdan. S.19)
Azacık Akıllanıyorum!
O gün, yediğim yumruklardan çok; arkadaşların (haklı) azarları yaralıyor beni. Azacık akıllanıyorum!
Faşistlerin masasına kemik fırlatma alışkanlığımı değiştiriyorum; kemikleri usulca tabaklarına bırakmakla yetiniyorum artık; fakülte girişinde üstümü didik didik arayan polise faşistleri niye yoklamıyorsunuz” demekten de vazgeçiyorum. Ceplerimi yoklarken bulsunlar diye küçük hediyecikler (kafatası kemiklerinden bir parça, ya da anlayamayacakları dizelerle dolu bir şiir sayfası) koyuyorum. Onlar da “hediyelerin” karşılığını veriyorlar elbette!.. (“sen birkaç saat misafirimiz ol bakalım” diyerek, Çapa’nın o en soğuk yerinde/dışarıda tutuyorlar beni. O yüzden her sabah çok sıkı giyinerek giderdim okula.)
Bir sabah yine böyle güzel bir hediye ile gitmeme karşın polisler misafir etmiyor beni. İçlerinden biri (acıyan gözlerle bakıp), “bugün dersini kaçırma sen, oyalanmadan laboratuarına git” diyor. Ötekini sırıtışından işkilleniyorum ama; çoktandır zamanında gidemediğim laboratuardaki pratikler, sınava girmeye hak kazanma açısından önemli. Yarı loş bodrum katına girmemle Mahmut’un üstüme atılması bir oluyor. “Sen bizim Reis’e saldıracak kadar zıvanadan çıktın; haddini aştın” diye sallıyor bıçağı. Parkamın üstündeki bol beyaz önlük ve annemin ördüğü kalın kazak sayesinde etime zor ulaşıyor bıçak. E bizim elimiz armut toplamıyor ya; tahta tabureyi kaptığım gibi geçiriyorum kafasına.
Sonuç: Mahmut doktor raporu alıp, beni polise ihbar ediyor. Ben (ilkokulda kavga ettiğim zamanlarda yaptığım gibi) arka kapıdan kaçıp terk ediyorum okulu. Selimiye’de (Ecevit hayranı) Savcı’nın karşısına çıkacağım Nisan ayına kadar da okula gidemiyor; bir dönem kaybediyordum.
Savcı, okuldaki kavgadan çok, “74’de kaç yaşında olduğum; savaşta neler yaptığım; Kıbrıslılar’ın Ecevit sevgisi” gibi konularla ilgileniyor.
Anlattıklarımdan memnun… “Bu seferlik affettim, buraları gittikçe kötüye gidiyor; git okulunu bitir ve memleketine dön” diyor.
Dediği gibi, oraları daha da kötüleşiyor; beş ay sonra 12 Eylül darbesi geliyor.
- Sumer Erek’in 23 Şubat’ta Brüksel’de açacağı “Yaşanmamış Günler” sergi/performans için yazdığım yazı..