Celal Özkızan
Sinema, yani görsellik üzerine sayısız çalışması vardır Ulus Baker’in. ‘Görmek’ ve ‘gördüğüne inanmak’ önemli bir temadır görsellik alanında. Ulus Baker’in öğrencileri olan Bandista grubu elemanları, ‘’Her Şeyin Şarkısı’’nda, ‘’Gördüğüne inanma!’’ diyerek selam çakarlar hocalarına. Söz konusu ‘’görmek, okumak ve duymak’’ olduğunda, artık, bizlerle, görülen/duyulan/işitilen şeyler arasına kocaman bir duvar çekilmiştir: Medya.
Nedir medya? En yüzeysel tanımı ile bir ‘iletişim ortamı’dır. Her iletişim ortamı medya değildir, ama medya bir iletişim ortamıdır. Yine Bandista’nın ‘’Her Şeyin Şarkısı’’nda geçer her şeyin herkesleşmesi ve herkesin her şeyleşmesi. Tıpkı böylesine, medya, tamamını ele geçirmeye çalışmakta iletişim ortamlarının; iletişim ortamları medyalaşmakta… Bu iddianın ilk sahiplerinden Habermas, liberalleşen toplumun ilk dönemlerindeki -ki biraz da idealize etmiştir bu dönemleri- görece özgür kamusal alan ile günümüz tekelci kapitalizminin kamusal alanının medya tarafından ele geçirilişini kıyaslayıp anlatır. Habermas’a göre1, Aydınlanma ve Fransız/ABD İhtilalleri ile ortaya çıkan liberal kamusal alan -ki bu alan, kahvelerde, arkadaş toplantılarında, sohbet ortamlarında insanların dünyaya ve hayata dair yaptıkları eleştirel, sorgulayıcı ve akılcı tartışmaların alanıdır- yerini büyük şirketlerin tekelinde olan ve insanları manipülatif bilgiye esir edip, dünyadaki gelişmeler karşısında pasif kılan yeni ‘imal edilmiş kamusal alan’a bırakmıştır. İnsanlar artık ‘olup biteni’ ve ‘gerçekliği’ medyadan öğrenmekte, daha da kötüsü, özne olan insanlar, bu öğreniş sürecinde gittikçe edilgenleşmekte (ama diyalektik anlayış gereği, asla tamamen edilgen olmamakta, yani edilgenliğin sonsuzluğuna, en kötü ihtimal ile yakınsamakta) ve pek daha da kötüsü, görece özgür tartışma ortamları olan kahvehaneler, kafeler, arkadaş toplantıları ve sohbet ortamları gittikçe eleştirel/sorgulayıcı/rasyonel niteliklerini kaybetmekte ve medyanın hegemonyası altına girmektedir. Bu durum, Habermas’ın deyişi ile ‘’kamusal aklı, akılcı uzlaşılar ile son bulan tartışmalardan ve sohbetlerden koparıp, imal edilmiş fikirlere ve medyadaki fikir uzmanlarının(!, C.Ö.) görüşlerine mahkum etmektedir.’’ Örneğin ülkemizin en popüler internet haber portalı sitelerinden birinde günlük yazıları ‘tıklanma rekoru’ kıran ve ‘ülke gündemini avucunun içi gibi bilen’ bir köşe yazarımız, bizlere her gün köşesinden ya homofobik, ya da kadınları aşağılayan fıkralar sunmaktadır. Ne diyorduk? Habermas, bu satırları kaleme aldığında, 1960’ların başındaydı takvimler, yani medyanın, bugüne kıyasla toz zerreciği niceliğinde olduğu dönemlerdi.
Hızla akarken aklımdan düşünceler, not düşmekte fayda var, ara sıcaklar biçiminde sunulan bu giriş, birazdan varılmak istenen ana yemeğin, Sarris’in doğaya aykırı davası ve çocuk istismarı vakasında ‘çirkin yüzünü’ gösteren kendi medyamıza dair eleştirinin hazırlayıcısı ve teorik kurgulayıcısıdır. Tırnak içindedir çirkin yüz nitelemesi, zira medyanın yüzü, zaten, kendi doğallığında, çirkindir; yani son zamanlarda şahit olduğumuz, sadece ‘yüzüdür’ medyanın. Belki ancak ‘iyi yüz’ünü gösterdiği zamanlarda, ekstradan ‘’iyi’’ ekleyebiliriz yüzüne medyanın. ‘’Gördüğüne inanma’’ diyor ya şarkımız, insanlara bu sözün gerçekliğini inandırmak da zordur. Medya ‘haber verir’, biz de ’alırız’. Televizyondan anlatılanları duyar, radyodaki sesleri işitir, gazetede yazılanları okuruz. Edilgenliktir bu en sade hali ile. Medya icra eder, takipçileri de maruz kalır medyaya. Kolay değildir medyadaki kirliliği ayırt etmek. Kolay olmamasının sebebi, örneğin Yenidüzen okuyan birinin Volkan/Güneş gazetesini eleştirebilmesi (veya tam tersi)dir. Bu da insanlarda, ‘’eleştirel de bakabiliyorum’’ rehaveti yaratır ve kendi kampının medyasından maruz kaldığı manipülasyonlara ve hatalı yönlendirmelere karşı daha bir hazırlıksız yakalanır. ‘Gördüğüne inanır’ insan ve medyayı ‘sıradan bir zamanda’ eleştirmek, toplumsal bir karşılık bulmayabilir pek. Toplumsal koşullar, eleştiri işini icra eden kişi için çok önemlidir, o yüzden eleştirmek için pusuya yatmalı insan ve eleştirisini, toplumsal gerçekliğe etki edecek bir zamanda ve biçimde sunmalıdır. İşte bizde de, Sarris olayından sonra, medyanın kirli (ve doğal) çamaşırları sapır sapır dökülürken, hem medyanın içinden, hem de medya dışından medya etiğine dair bir tartışma ortamı oluştu. Bu oluşan koşulu değerlendirmek -biraz geç kalınarak da olsa- elzemdir.
Medya ve özelde ülkemiz medyası, illa ki kasıtlı müdahalelerde bulunmaz toplumun bilincine. Bilinçli ve sistematik bir manipülasyon olmayabilir her zaman; ancak, -paranoyak olmanız, birilerinin sizi takip etme potansiyeli olduğu gerçeğini değiştirmez misali- ister bilinçli/bilinçsiz, ister sistematik/münferit olsun, medya pek çok zaman manipüle eder, hedef saptırır. Örneğin 19 Temmuz 2011 gecesi, Tayyip Erdoğan’ın ziyareti şerefine polisin coşkulu katılımının eşliğinde yapılan çadır kutlamasından eve döndüğümde, televizyon kanallarımız arasından en solda duranına göz atıyordum. Program, elbette o gün yaşananlara dairdi; ancak programın kayda değer bir kısmında, programın sunucusu, telefon bağlantısı vasıtası ile UBP’li bir bakandan ‘’Tayyip Erdoğan’ı UBP’nin seçim şarkıları ile mi karşıladınız, bir devlet töreninde, parti müziği mi kullandınız?’’ minvalinde uzun uzun sorgulamıştı. Amaç belliydi elbet, ‘’hükümeti yıpratmak’’. Mevcut hükümeti yıpratmaya elbet karşı değilim, elimden geldiğince de dahilim, ancak böyle bir günde, polis şiddetini ve artık ayan beyan olmanın da ötesinde gözümüze acıta acıta sokulan Türkiye’nin toplumumuz üzerindeki hakimiyetini ön plana çıkarmak yerine, ısrarla bu konu üzerinde durmak, küçük ve önemsiz bir ayrıntı gibi görünse de ve tekil bir örnek gibi dursa da, çok şeyler anlatmaktaydı aslında. Ertesi gün, ‘’kamusal tartışma alanlarında’’, bilincimize işleyecekti ‘’hükümetin zıpırlıkları’’ ve bu işleyiş, zihnimizin, Türkiye’nin sömürgeci politikalarına karşıtlığa ayırması muhtemel alanlarını (yani zihnimizin tamamını) ele geçirip bizi ‘’marjinal’’ yapmaktan alıkoyacak, öfkemizin kayda değer bir kısmını da hükümete ayırıp ‘’kutsal denge’’nin kurulmasına vesile olacaktı. Üzerimize çökmekte olan binanın temelini onarmaya ayırdığımız zamandan çalıp, kırık pencereleri onaracaktık yani. Yukarıdaki örneğin, sunucunun bilinçli bir seçimi ve niyeti ile ortaya çıktığını illa ki iddia etmiyorum (ki bence öyle de değildir), ama yukarıda da belirtildiği gibi, bilinçli tercihlerimizin ötesinde, dahil olunan kamplar, medyadakilerin olayları algılayış ve sunuş biçimini de şekillendirmekte ve en nihayetinde bu şekillenişten nasibini alanlar da, medya takipçileri olmaktadır.
Medya, bir diğer yandan, bize sahte bir sorgulama gücü de verir, ki bu da -eleştirel olduğumuza inanmaya dair- bize bir özgüven kazandırır. Bu sahte sorgulama gücünün ‘’sorgulama’’ kısmı, medyanın gerçekten de, kendi içindeki karşıtlıklardan doğan mücadelede, karşı tarafın açığını bulabilmek adına ister istemez sorgulama süreçlerine girmesinden gelmekte, ‘’sahte’’ kısmı ise, sadece ‘’karşıyı’’ sorgulamasından ve hatta karşıyı sorgularken dahi kurguya başvurabilmesinden geçer. Medya takipçilerinin, kendi kamplarının medyasını bir ‘’otorite’’ olarak kabul etmeleri de, hatta sık sık kendi medyalarından çıkan haberlere verilen referanslar üzerinden muhalif/destekleyici duruş geliştirmeleri de, medyanın bireyler ve toplum üzerindeki hegemonyasının ve kontrol gücünün kanıtı gibidir. Bu otoriteyi, ‘’Evinde, boğazına kadar suya batmış, ama harekete geçmek için önce valilikten ‘resmi sel’ açıklamasını bekleyen adam’’ ile çok güzel anlatır Yılmaz Erdoğan, Cebimde Kelimeler adlı gösterisinde…
1 Habermas’tan aktaran Douglas Kellner, ‘’The Frankfurt School’’.