Burcu Okur
burculefkonuklu@gmail.com
“Boğa güreşi benim ülkemi temsil ediyorsa ben İspanyol değilim” diye haykırdı binlerce insan geçtiğimiz günlerde Madrid sokaklarında. İspanya denilince akla ilk gelen sembollerdendir boğa güreşleri ve matadorlar. Milli gelenek kabul edilen bu güreşler arenalarda boğaların sırtlarına defalarca kargıların saplanması ve ardından matador tarafından boğanın öldürülmesi ile son bulur. Rengârenk kıyafetleri ve estetik hareketleri ile matador, zafer nidaları atarak halkı selamlarken ‘insanın doğa karşısındaki üstünlüğünü’ ispatlamış olmanın gururunu duyar.
Aslında arena güreşleri ve halkın bu kanlı gösterileri izleyerek eğlenmesi, daha doğrusu eğlendirilmesi geleneği Roma’ya kadar uzanır. Roma’da köleler ile köleler veya köleler ile aslanlar güreştirilir ve muhakkak sonucunda kanlı ölümler olurdu. Bu gösterilerin tarih sayfalarındaki tanımı çoğunlukla eğlence amaçlı yapıldıkları şeklindedir. Kuşkusuz Roma gibi köleciliğin zirvesindeki bir imparatorluğun halkına eğlenceli saatler yaşatmak gibi kaygıları yoktu. Tarihin hangi döneminde olursa olsun hegemonik güçlerin esas kaygısı; gücünü kaybetmemek ve her fırsatta üstünlüğünü pekiştirmektir. Tam da bu noktada dev arenalarda yapılan bu kanlı gösterilerin ardındaki gerçeğin can alıcılığı ortaya çıkar ve bu gerçek çok boyutludur. Gerçeğe köleler açısından bakıldığında bir yönüyle günümüzdeki egemenlerin de yaptığı gibi kölelerin birbirleriyle savaştırılması sayesinde birbirlerine düşman olup, efendilerine karşı ortak direnişlerinin engellenmesi beklenir. Ki bu beklenti tarih boyu nice Spartaküslerin direnişleri sayesinde boşa çıkarılmıştır. Diğer yönüyle de imparatorluğun, kölelerin yaşamları üzerindeki mutlak hâkimiyetinin tescillenmesi sağlanır.
Peki, köleler üzerinde yaratılan bu sonuca rağmen halka neden bu gösteriler izletilir? Platon “Korku köleliktir” der. Horatius ise “Korkunun kucağında yaşayanlar asla özgür değildir” der. Arenadaki vahşete şahit olan halk, aslında imparatorluğun düşmana dahi korku salacak denli güçlü olduğuna şahit edilmektedir. Korku, bir toplumu yönetmedeki en önemli araçlardan birisidir. Nitekim özellikle tek tanrılı dinler ve iktidarlar gücünü biraz da korkudan alır. Zihne bir kez girdikten sonra, kendi esaret duvarlarını örmeye başlar korku. Gösteriyi izleyen halk şunu kesin olarak anlar ki; imparatorluğun karşısında olan veya kurallarına uymayan herkes kendini arenada aslanlar tarafından parçalanıyorken bulabilir! Tıpkı günümüz ulus-devletlerinde kendini cezaevlerinde veya ‘faili belli’ bir namlunun ucunda bulabileceği gibi... Bu vahşete tanık edilmenin en önemli sonuçlarından birisi de halkın, iktidarların suçuna ortak edilmesidir. Gösteri toplumu biraz da bu şekilde oluşur. İktidarlar suç işler, cinayet işler, katliam yapar ve sen izleyen tarafta kalarak suçun ortağı olmaktasındır aslında. Bir gün sıra sana geldiğinde itiraz edecek argümanın olmaz, çünkü sen de gösterinin bir parçası yani seyircisisindir. Guy Debord ‘Gösteri Toplumu’ isimli kitabında “Tüm dünya aynı gösterinin sahnesidir artık; hepimiz aynı gösterinin oyuncusu ve seyircisi oluruz.” tespitini yapmaktadır. Üstelik günümüzde bu gösteri dünyasının kirlenmişliğine bulaşmak için arenalara gitmek gibi zahmetlere girmemize de gerek yok. Çünkü yeni teknolojiler ideolojik bombardımanın aracı medyayı, yatak odalarımıza kadar sokmakta ve iktidarların güç şovlarını ayağımıza kadar getirmektedir. En kanlı vahşetleri, en korkunç doğa, hayvan veya insan katliamlarını yatağımızda uzanırken, yemeğimizi yerken, eğlenceli bir sohbet esnasında izleyebiliyoruz. Evet, sadece izliyoruz! Ortak oluyor, sessiz kalıyor, korku duvarlarımızı yükseltiyor, çaresizliği sahte mutlulukla örtüyor ve normalleştirerek tepkilerimizi köreltiyoruz.
Biz doğanın hâkimi, insan kaynaklı vahşetlerin ortağı, güçlü olanın güçsüzü yok ettiği yenidünyanın modern insanlarıyız, elbette arenalarda boğaları öldürüp üstünlüğümüzü kutlayacağız, elbette açlıktan ölmeyecek olsak bile spor adı altında avlanacağız! İlkel dönemlerin ‘barbar insanları’ndan çok ileriyiz, ilerideyiz, onlar karınlarını doyurmak gibi basit zaaflar için avlanırken bizler eğlence için öldürecek kadar lüks sahibiyiz! Öyle miyiz gerçekten? Bu sorunun cevabı için yine tarihe bakmakta fayda var. Bu kez Roma’nın da gerisine, yazılı tarihin başlangıcına bakalım.
Ulaşılabilen yazılı metinlerde tarihteki ilk boğa-insan güreşi binlerce yıl öncesindeki Sümerlerin Gılgamış Destanında geçmektedir. Destandaki Enkidu karakteri doğadan kopmamış, hayvanlarla yaşayan, onların dilini anlayan, günümüz tabiri ile bir ‘vahşi’, fakat esasında bir doğal toplum insanıdır. Enkidu’nun gücünden yararlanmak isteyenler Enkidu’yu kandırırlar ve modern toplum insanının kalesi olan şehirlere getirirler. Enkidu şehre uyum sağlamakta başta zorlansa da zamanla alışır ve bu kez doğaya yabancılaşır, artık hayvanların dilini anlamaz olur. Şehrin hükümdarı Gılgamış ise Sümerler ile birlikte ortaya çıkan sınıfsal-ataerkil düzenin ilk kurucularından olarak iktidarı Tanrıçanın yeryüzündeki tezahürü İştar ile paylaşmak istemez. İştar’ı reddeder ve bunun üzerine Gılgamış’ı yok etmesi için yeryüzüne bir boğa gönderilir. Gılgamış ise Enkidu’dan yardım ister ve birlikte boğayı öldürürler. Enkidu bu olayın ardından bir gün rüyasında boğayı öldürdüğü için Tanrıça ve Tanrılar tarafından cezalandırıldığını görür ve kısa süre sonra da ölür.
Kısacası ataerkinin başlangıcı dahi olsa, hâlâ Tanrıça kültürü ve ilkel-komünal dönemin etkisi ile bizim şimdi ‘barbar’ diye tanımladığımız toplumlarda bile kendi iktidar savaşımı için bir boğayı öldürmek dönemin inanılan kutsalları tarafından ölümle cezalandırılan bir suçtu. Fakat biz bugün hem doğayı, hem diğer canlıları, hem kendi türümüzü yok etmeyi iktidarlara itaatin gereği görüyor, gelenek sayıyor veya yapanlara seyirci kalıyoruz. Çünkü biz ileri derecede modern toplum olmanın gereğini yerine getiriyoruz. Çünkü bizim kutsallarımız savaş, kan, güç ve korku ile besleniyor.