Tanıdık ölüler listesi kabarıyor her geçen gün. Bu sadece yaş almakla ilgili değil. Zincirleme felaketler dönemi yaşadığımız. Dünyaya dair algımızı sarsıyor bu. Yeniden düşünüp yeni anlam arayışlarına yönelmemize yol açıyor. Bu ölümleri çoğaltan kötülükle mücadele etmek geriye kalanları kurtaracak olan. Bazı insanların keyfi, hayat obezitesi uğruna bazı hayatların heba edildiği bir dünya bu. Hayatlarımız pamuk ipliğine bağlı. Güvenlik ihtiyacının böylesine arttığı dönemlerde en büyük yarayı özgürlük alıyor. Oysa güvenlik için en gerekli olan şey özgürlük. Yani güvenlik özgürlük dikotomisinden değil bir sarmaldan söz etmeliyiz. Özgür olunmadığı için güvenliğimiz tehdit altında.
Ben İlkokul’dayken Limasol yolundaki Bebek gazinosunun havuzuna düşen bir çocuk ölmüştü. Bir çocuk ölümünü ilk kez idrak ettiğim olaydı bu. Köşklüçiftlik İlkokulu’nda bevvaplar çocuğun annesinin getirdiği helvayı vermek istemişler ama okuldaki sosyetik ailelerin küçük kızları geri çevirmişlerdi bunu. Ben hayır demeyi bilmeyen bir çocuk olduğum için almış ve utanarak yemiştim bir köşede. Ölmüş olan çocuk artık annesinin pişirdiği helvayı yiyemeyeceği için utanmıştım daha çok.
Sonraları o çocuk hiç aklımdan çıkmadı nedense. Bir kerteriz haline geldi. Ondan daha fazla yaşadığım her gün için şanslıydım. Acıların karşısında başvurulacak iki bedensel tepki var aslında. Hıçkırıklarla ağlamak ve kahkahalarla gülmek. Bu ikisi zıt görünse de benzer bedensel tepkiler. Aşırı duygunun dışa boşaltım biçimleri. Büyük acıların yaşandığı yerlerde en çok da mizah koşuyor imdada. Bir yanığa uygulanan buz terapisi gibi. Zıddıyla iyileştirilmeye çalışılıyor acı.
Zor dönemlere birbirimize sarılmaktan, sevgi ve iyiliğin gücünü öne çıkarmaktan başka çaremiz yok. Birilerinin halini hatırını sorunca hep sağlık sorunlarından söz açılıyor son sıralar. Sağlıklı olmaktan bile utanıyor hale geliyor insan.
Düştüğü yeri yakan ateşler ülkelerde bir yangın başlatabiliyor kimi zaman. Öyle çok ateş düşüyor ki her yere. Daha çok da Yahudi mahallelerini yakan büyük Selanik yangınının bir kadının ocakta unuttuğu yemekten çıktığının söylenmesi sarsıcı bir bilgiydi benim için. Tut ki öyle olsun. O kadının içindeki yangını kim yakmıştı kim bilir.
Kendimize gelmeye çalışırken yeni bir acı haberle sarsılıyoruz son sıralar. En derin yaralar bile bir gün kapanıyor ama. En sert kışı güzel bir bahar izliyor.
Her birimizin kendi küçük trajedisi var bu hayatta. Kimileri dünyanın sırrını çözmüş gibi sakin, mesut dolanıyor olabilir ortalıkta. Bazılarının çocukluk travması diye anlattıkları bir travma oluşturuyor bende. Benimkilerin dehşeti ve büyüklüğüyle kıyaslıyorum da ondan.
Kişi başına düşen keder oranının hangi diliminde olduğumuz da önemli kuşkusuz. Önemli olan payımıza düşen kederden çok onunla başa çıkma kapasitemiz. Acılara talimli olmak da bir armağan belki de hayatta.
Zaman o kadar hızlı mı geçiyor gerçekten? Zaman derken son derece izafi bir şeyden söz ediyoruz halbuki. Dişimi fırçalarken içimden sayı sayıyorum ve ne kadar da uzun görünüyor bir dakika. Eskiden Lefkoşa sokaklarında kapı önünde oturan yaşlılara bakar ve zamanın ne kadar uzun olduğunu düşünürdüm. Sonra televizyonlarının, cep telefonlarının, tabletlerinin başına geçti o yaşlı insanlar. Parklarda birbirleriyle eskisi gibi buluşmaz oldular; WhatsApp gruplarında yazışmaya başladılar.
Yas bitmiyor bir türlü. Biri biterken diğeri başlıyor. Yas ve mutluluk dönemi diye bir şey yok aslında. Yas ve mutluluk; sevinç ve keder bir arada yaşanan şeyler. Gözyaşları ve gülümsemeler; hıçkırıklar ve kahkahalar kardeş aslında.
Sımsıkı tutunmak zorundayız hayata. En zor zamanlarda bile gülüşlere ihtiyacımız var. Sevdiklerimize sarılmalı, sık sık ifade edebilmeliyiz duygularımızı. Küçük bir tavsiyem var bugün. Bu yazıyı okuduktan sonra birisine sevdiğimizi söyleyelim mi? Belki bu zincir iyi gelir kedere.