Celal Özkızan
Toplumsal varoluş adı altında verdiğimiz mücadelenin, mücadele verenlerin tavırları açısından en büyük sorunu, zihnimizdeki belirsizlikler ve attığımız adımların nereye varacağının, daha doğrusu attığımız adımların bir yere varıp varamayacağının bilinmemesidir. Bu bilinmezlik, diğer dış etmenler ile birlikte biz mücadele edenleri umutsuzluğa sürüklemekte, umutsuzluk da mücadeleye eklenmesi gereken nicel ve nitel katkıları olumsuz yönde etkilemektedir. Yine de, her şeye rağmen, Türkiye’nin Kıbrıslı Türkler üzerindeki sömürgeci, dayatmacı ve vesayetçi mahiyetteki ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal saldırılarına karşı, mücadele sürmektedir. Bir yoldayız, hangi yolda olduğumuzu bilmiyoruz, nereye doğru yürüyeceğimizden de tam emin değiliz, hatta yürümenin artık bir sonuç verip vermeyeceğinden de emin değiliz, ama yine de yürüyoruz işte o yolu. Ataol Behramoğlu’nun “kalbim kör bir çocuk gibi düşe kalka” dizesindeki gibi, gözlerimizi körleştiren belirsizlik perdesi çekili olsa da gözlerimize, düşe kalka ilerliyoruz işte ve bir çocuk gibiyiz henüz, mücadelesinden eminleştikçe büyür halklar.
Bu yazı, tamamen yapıcı olma ve katkı koyma niyetiyle yazılmıştır. O yüzden yazıda kullanılacak eleştiriler, belli bir siyasi örgütü veya bireyi hedef almadan, sadece zihniyetler üzerine temellendirilecektir. Zira tüm olumsuz koşullara rağmen mücadele etmeyi sürdüren bir halkın parçası olmak, cılız olmasına rağmen ısrarla yanmayı sürdüren bir ateşi harlandırma isteği doğuruyor insanın içinde.
Bu yazıda, mücadele ateşimizi cılız kılan ve bizi belirsizliğe/umutsuzluğa sürükleyen o meşum ama bir o kadar da kaçınılmaz soruyu cevaplamaya çalışacak, daha da ötesi, o sorunun oluştuğu toplumsal koşulları irdelemeye çalışıp, o koşulların nasıl değiştirilebileceği üzerine kafa yoracağım.
O ‘mahur beste’nin fon müziğinde dile getirilen meşum soru şu: “28 Ocak, 2 Mart, 7 Nisan, onca sokak eylemi, onca yürüyüş, hiçbir şey değişmiyor işte, hem herkes kendi derdine düşmüş, herkes kendini kurtarma peşinde, toplumsal varoluşu düşünen mi var, hiçbir şeyin değişeceği yok, ne diye uğraşıyoruz?’’
Bu soru, pek çok insanın harekete geçmesini engellerken, mücadeleye aktif katkı koyan insanlardan da pek çoğunu belirsizliğe ve umutsuzluğa sürüklemektedir. Neden ayağa kalkmamız gereken bu keskin zamanlarda bu soruya cevap bulamıyoruz? Neden insanlara, onları mücadeleye aktif ve umutlu bir şekilde katacak bir cevap (bu soruya ilişkin) veremiyoruz? Herkes mevcut durumdan şikayet etmesine rağmen, hatta son yıllarda bu şikayet ufak çaplı isyanlara dönüşmeye başlamış olmasına rağmen ve en önemlisi, artık isyanın yönelmesi gereken hedef olan AKP’nin politikaları, gittikçe artan sayıda insan tarafından hedefe alınmakta iken, eleştiri had safhada iken, neden bu soruya maruz kalıyoruz?
Gramsci, sosyalist devrimden söz ederken, devrimin aracısı olarak “parti”yi gösterir. Bu parti, ne sosyalist partiler tarihindeki pek çok parti gibi elitist, hiyerarşik ve bürokratik bir partidir, ne de halka tepeden inmeci bir şekilde devrimi empoze eden jakobenist bir partidir. Parti sözcüğü, kolektif bir bilinci ve iradeyi yansıtmaktadır sadece; madunların, yani alttakilerin, yani ezilenlerin kolektif bilincini ve iradesini.
Mevcut yapıya karşı eleştirel olmamıza rağmen umutsuzuz demiştik. Bunun nedeni olarak, “mücadeleye yabancılaşmayı” görüyorum ben. Gramsci eleştireli/eleştirel olanı, bir eylemlilik içinde, madunlar ile birlikte kurmaktadır. Eleştirel, eylemsellikten ayrı düşünülemez, praksisten feragat edilemez. Parti ise, eleştirel ile eylemseli bütünleştiren, praksisi sağlayan mecradır. Gramsci bu kavrsamsallaştırmayı hegemonya çerçevesinde kurmaktaydı, biz onun kavramlarını alıp günümüz mücadelesine güncelleyeceğiz.
Bugün pek çok insana “eylem yapıyoruz da ne oluyor yani?” sorusunu sorduran ve insanları belirsizliğe, pasifliğe ya da aktif iseler bile umutsuzluğa sürükleyen şey, mücadele süreçlerinin ve bu süreçlere dönük karar alma mekanizmalarının katılımcı ve kapsayıcı olmamasıdır. Böyle mücadelelerde temsiliyet (yani mücadele edenlerin temsil edilmesi), acil kararları alabilme ve koordinasyonu sağlayabilmek adına elbette önemlidir. Bunun yanında, doğrudan demokrasiden nasibini almamış bir temsiliyet, bugünkü umutsuzluğun sebebidir. Varoluş mücadelesi, çok iddialı bir girişimdir. Var olmayı sürdürmesini istediğiniz insanları (yani Kıbrıslı Türk toplumunu) bu mücadeleden soyutlamak, daha doğrusu onları sadece “eyleme katılımcı, mitingde bulunucu, bayrak sallayıcı” olarak kurgulamak ve mücadelenin karar alma mekanizmalarında sayısı 20’leri 30’ları aşmayan bir temsiliyet çevresinde bu varoluş mücadelesinin “ideallerini” belirlemek (13 madde) ve insanları sadece, çerçevesi çizilmiş, konuşmacıları belirlenmiş, hedefi konmuş bir mitinge/eyleme davet edip sonra onlardan mücadeleye dönük istikrarlı bir azim ve umut beklemek, boşa kürek çekmektir. Şu an Kıbrıslı Türklerin varlığı, mücadelenin kendisidir. Kültürü asimile olagelen, demografik yapısı manipüle edilen, siyasal temsiliyeti iradesiz kılınan, ekonomik olarak üretimden, kendi kurumlarından koparılıp muhtaçlaştırılan bir toplumdan geriye kalan tek varlık, var olduğunu haykırmanın ve varoluş mücadelesinin kendisidir. Bu mücadele, işte bu yüzden bu kadar büyük ve önemlidir. Var olmanın ve hayatın kendisidir Kıbrıslı Türkler için bu mücadele, daha doğrusu böyle olmalıdır; ancak yukarıda belirtildiği gibi, bu mücadelenin çerçevesinin çizilmesi, içeriğinin şekillenmesi süreçlerinde hiç söz hakkı almayan ve tepeden temsiliyet ile belirlenen yolda yürümek durumunda bırakılan Kıbrıslı Türkler, doğal olarak varlıkları ile eş olan “varoluş mücadelesi”ni, sadece “eyleme gitmek, mitinge katılmak” olarak görmektedirler. Mücadeleye yabancılaşmışlardır artık. Zaten “yarın eyleme gidiyoruz” veya “yarın mitinge gidiyoruz” söyleminin kendisi bile, insanların mücadeleden halihazırda soyutlanmış olduklarının göstergesidir. Zira mücadele, hele hele varoluş mücadelesi bir yaşam biçimidir, kesintisiz bir süreçtir ve “eyleme gitmek”, “mitinge gitmek” söylemleri, bizim dışımızda gelişen bir sürece, dıştan bir birey olarak dahil olmak anlamına gelmektedir. Gittiğimize göre, gitmeden önce durduğumuz yer, mücadelenin içinde değildir ve biz, içinde hep var olmamız gereken o yere, arada sırada “gidiyoruz”. Her bir özne kendi eleştirelliğini, eylemselliğin oluşumuna akıtamadığı müddetçe, bu yabancılaşma, umutsuzluk ve belirsizlik hüküm sürmeye devam edecek ve kör çocuk, büyüyemeyecektir.
Peki, çözüm nedir? Çözüm, aktif ve katılımcı bir şekilde oluşturulacak olan köy ve kent komiteleridir; çözüm, hiyerarşinin bulunmadığı birim birim örgütlenen halk meclisleridir. Ufacık bir azınlığın, tepeden belli doğruları, belli maddeleri, belli mücadele yöntemlerini belirlemesi, o mücadeleyi idealize etmekte ve o mücadeleyi verecek olan kitleleri mücadeleden yabancılaştırmaktadır. Zira somut ve katılımcı bir karar alma süreci ve eylemsellik içinde kolektif bir şekilde biçimlenmemiş olan bir mücadele zihniyeti, ya yenilgiye, ya da başarısız bir başarıya mahkumdur (örneğin despotizm ile sonuçlanan toplumsal dönüşümler). Bu eylemselliğe kaynak olacak kocaman bir huzursuzluk, isyan potansiyeli, kötüleşen koşullar ve eleştirel bir algı hazırdır zaten. Mesele, bu eleştirelliği, eylemselliğe dökmek ve bunu, eleştiride bulunan her bir öznenin aktif katılımı ve katkısı ile belirleyeceği eylemsellikler biçiminde gerçekleştirmektir. Bunun yolu, yukarıda belirtildiği gibi, aktif bir şekilde işleyen katılımcı halk meclisleri ile köy ve kent komiteleridir. Mücadelenin tepeden temsiliyetinin ise, çok acil kararları almak ve genel koordinasyonu sağlamak haricinde bir işlevi olmamalıdır. Olduğu takdirde, mücadeleye odaklanmak yerine, temsiliyetin kendisi fetişleştirilir.
Bildirilerden, gazete köşelerinden, aydın sayfalarından verilen “ne yapılmalı” vaazları, yerini kolektif, katılımcı, etkin ve hiyerarşisiz halk meclislerinin tartışmalarına ve kararlarına bırakmalıdır. Aydının rolünü ve rehberliğini elbette yadsımıyorum ve reddedmiyorum; ancak eleştirel olan her bir öznenin, eylemselliğin oluşturulmasında ve şekillendirilmesinde sözü olmazsa, praksis, yani söylem(teori) ve eylem(pratik) bütünselliği asla sağlanamayacak, insanlar “eylem yapıyoruz da ne oluyor işte” umutsuzluğundan kurtulamayacak, belirsizlik daha da derinleşecektir.
Mahur bestenin fon müziğinde sorulan bu meşum sorunun cevabı şimdilik bu kadar.
Sonrası mı?
O mahur beste çalar / Müjgan’la vedalaşırız, der Ahmet Kaya ve sıra bizde, öz sesimizin şarkıları çalarken sokaklarda, Türkiye’nin sömürgeci politikaları ve onun Kıbrıs’taki işbirlikçileri ile vedalaşma vakti!