Yılmaz Akgünlü;
yakgunlu@yahoo.com
Babamla annemin yanındaki resmi göstererek, “Ya şu sevimli çocuk? O kim? diye sordu. “Sahi, sensin!” diye bağırdı. “Ama sen… sen ölmedin değil mi? Resmini neden aile mihrabına koydun öyleyse?” “Sus, lütfen,” dedi Issa; biz atom bombası hayaletlerinin çoğunun, kendimizi ölü saydığımızı, o yüzden de resmimizi aile mihrabına koyduğumuzu biliyordu. (Wietnam’a Sevgiler- Edita Morris)
Çernobil felaketi belki de bugüne dek insan tarafından yaratılan en büyük felaket olmuştur. Bu felaketin bize söylediği çok net bir şey var: Bilim ve teknoloji iki ucu keskin bıçak gibidir ve en ufak hatada bizi kesip öldürebilir. Diyelim 1986 yılında Sovyetler Birliği teknolojide o kadar iyi değildi peki ya dünyanın en gelişmiş teknolojisine sahip Japonya neden nükleer felakete engel olamamıştır?
Fukuşima’da 9 büyüklüğündeki depremden sonra oluşan Tsunami elektrik şebekesine zarar verdi ve santralin jeneratörlerini su bastı, bu da santralde bir elektrik kesintisine neden oldu. Bunu takip eden soğutma eksikliği santralde kısmi erime ve patlamalara neden oldu, altı reaktörün tamamında ve merkezi kullanılmış yakıt tankında sorunlar meydana geldi. Santralin 5.7 metrelik bir tsunamiye dayanabilecek önlem amaçlı bir duvarı vardı; fakat depremden 15 dakika sonra santral 14 metrelik bir tsunamiye maruz kaldı ve duvarın herhangi bir koruyucu etkisi olmadı. Tesisin elektrik şebekesiyle olan bağlantısı ciddi hasar aldı. Aşağıda bulunan jeneratörler de dâhil olmak üzere tüm santral sular altında kaldı. Bunun sonucu olarak jeneratörler devre dışı kaldı ve santraldeki nükleer yakıt radyoaktivitenin bir etkisi olarak aşırı ısınmaya başladı. Tsunami nedeniyle meydana gelen su baskınları başka bölgelerden yardım gelmesini zorlaştırdı.
Demek ki insan dediğimiz o süper akıllı varlığın üstelik de en gelişmiş ülkesinde ve de öngörülen bütün tehlikelere karşın alınan önlemlere rağmen gene de bir şey değişmiyor. Demek ki sandığımız kadar zeki değiliz. Heyhat bunu kim kabul edebilir? Nasıl zeki olmayız biz? O kadar binalar, teknoloji, aya bile gittik. Biz mi zeki değiliz, hadi oradan diyenleri duyuyor gibiyim.
Peki daha ne bekliyoruz şu çok temiz ve güvenli nükleer enerjiden vazgeçmek için? Bir teknolojinin on, yirmi yıl sorunsuz çalışması onun temiz ve güvenilir olduğunu kanıtlar mı, eğer sonunda son derece pis ve güvenilmez olduğu ortaya çıktıysa? Alacağınız hiçbir önlemin sonu yoktur. Tsunamiye karşı 15 metrelik duvar da yapsanız 20 metrelik dalgaların gelmeyeceğini iddia edemezsiniz.
Son 50 yılda dünyanın birçok ülkesinde ondan fazla nükleer kaza olmuş ve çevreye onarılmaz hasarlar verilmiştir. Buna rağmen hükümetler devasa enerji ihtiyaçlarını gidermek adına nükleer enerji üretiminden vazgeçmemişlerdir. Peki gerçekten bu kadar tehlikeli bir oyuncakla oynamaya değer mi? Sanki büyümemiş çocuklar gibiyiz. İlla da her yer ışıklarla dolsun, televizyonlar, sokak lambaları, fabrikalar son hızla çalışsın, tüketebildiğimiz kadar enerji tüketip içimizdeki sıkıntıyı ve boşluğu giderelim diyoruz. Her an nükleer bir savaşla dünyanın topyekün yok edilmesi hala eninde sonunda gerçekleşmesi mümkün bir olasılık olarak tepemizde bir giyotin gibi sallanıyor. Siz ölmek istiyorsanız tutan yok, ama bu dünyanın yaşama hakkından size ne? Bu ne korkusuzluk, bu ne vicdansızlık diye haykırası geliyor insanın bütün dünyanın güçlü insanlarına ve gözü dönmüş hükümetlerine.
Malumat Ve Bilgi
Bizim neslimiz teknolojiyle büyüdü denebilir. Son elli-altmış yılın insanlarını kast ediyorum. 1950’lerden sonra teknolojideki ilerlemeler büyük bir hızla bütün dünyaya yayılmaya başladı. Bizden önceki nesiller çok daha sade, doğaya ve insanlara daha yakın büyümüştü. Biz bu hızlı değişim döneminde hem bizden önceki nesillerin daha ılımlı ve yavaş tempodaki yaşamlarını gördük hem de bizimle birlikte hızlanan dünyanın getirdiği olumsuzlukları yaşadık. Olumlu şeyler de yok değildi, ya da en azından başlarda öyle görünüyordu. Özellikle internetin yaygınlaşmasıyla bilgiye çok daha kolay ulaşacağımızı düşündük. Ve evet ulaştık da, ama hangi bilgiye? Bilginin sayısındaki sonsuz artış karşısında hayran kalsak da aslında bunun bilgi değil enformasyon (malumat) olduğunu anladığımızda işin rengi değişir. Bilgi bir insanın kendi deneyimleri ve değerlendirme süreçleriyle onun yaşamında anlamlı bir değişim ve büyüme yaratan ve varlığımızı sürdürmemizde hayati önemi olan bir süreçtir. Elbette onsuz yaşayamayız, doğduğumuz andan itibaren öğreniriz, bilgi ediniriz. Oysa gerçekte öğrendiğimiz ve bizde yeni ve işlevsel davranış örüntüleri yaratan şeydir bilgi. Malumat ise sürekli bize çarpan, bizi sersemleten ve organizmamızın bütünlüğüne zarar veren akımlardır. Malumatın amacı insanın gücünü ve bilme kapasitesini azaltarak onu daha kontrol edilebilir, daha çok manipüle edilebilir varlıklar durumuna getirmektir. Reklamlar, yüzeysel propaganda ve öğretiler, moda ve dedikodu, popüler kültür gibi unsurlar sürekli bize saldıran virüsler gibi zihnimizin sağlıklı çalışmasını geriletir ve bizi daha çok birbirimize benzeyen, daha az insanlar yaparlar. Bundan da en çok kitleleri kontrol ederek güçlerini arttırmaya çalışanlar karlı çıkar.
Malumat bolluğunun ve böylece ortaya çıkan bilgisizliğin bir sonucu olarak insanlar artık gitgide kendilerine daha çok zarar veren şeyleri doğal gibi görmeye başlarlar. Gıda programlarında çıkan asılsız haberler öylesine bir noktaya varmıştır ki, bundan bir süre önce balın insana zararlı olduğunu iddia eden haberlere bile rastlar olduk. İnsanın birisi bu haberi ayılara da ulaştırsa keşke diyesi geliyor. Eğer bu malumatlara itibar etmez de kendi aklımızı kullanıp doğru bilgiyi kendimiz üretirsek bence ortaya şu sonuç çıkar: her insan kendisi için doğru olan bilgiyi çoğunlukla kendisi üretmek zorundadır. Çevremizdeki kaynaklardan ne kadar yararlansak da kendi yaşamımızda gerekli ve doğru olanları biz biraz sezgi, biraz doğaçlama ve deneyimle kendimiz üretmek durumundayız. Eğer o gün bal yemek içimden geliyorsa, bedenim bunu istiyorsa en doğrusu bal yemektir. Ancak eğer içimden gelmiyor ve keyif almıyorsam onca “sağlıklı” besini zorla tıkınmak neye yarar? Beslenme konusundaki takıntılarımız bizi daha da yemeye aç hale getirmiyor mu? Gıda endüstrisinin de isteği bu olmalı. Sadece çok şey yemekle kalmamalıyız. Sonra da bu yediklerimizden kurtulmak için diyetisyenlere, diyet ürünlere vs. de bağımlı olmalıyız. Dünya çapında yapılan araştırmalar her geçen yıl mankenlerin bedenlerinin küçüldüğünü, inceldiğini gösteriyor. Buna karşılık Amerika gibi büyük ülkelerde ise kadınların bedenleri gitgide büyüyor. Tam bir ters orantı söz konusu. Kadınların beden imajlarıyla ilgili saplantıları aynı zamanda psikolojik bir güvensizliğe ve mutsuzluğa da neden olmaktadır. Bu çiftler arasındaki ilişkileri de altüst etmektedir. Bütün bunlar bilgiden kopup artık sadece malumatla güdülenen koyunlar olmamızın bir sonucu.
Belki de bu sorunun temelinde insanoğlunun en büyük zaafı, kendini aciz bir varlık olarak hissetmesi olmalı. Kendimizi aciz ve güçsüz varlıklar olarak hissetmek bugüne dek insanoğluna “kendini geliştirme” olanağı sağlamış, doğaya hakim olmak için onun sırları çözülmeye çalışılmış. Oysaki ne kadar gelişmiş ve kendinize güven duyan bir varlık olsanız da evrende hiçbir kötülüğe maruz kalmadan sonsuza kadar yaşama şansımız olmayacaktır. O halde neden bu zaten istemediğimiz rüyanın peşinden koşuyoruz? Neden bu kadar çok güç arzusu içindeyiz. Bu belki de gerçek güce sahip olamayışımız telafi etmek için takındığımız saplantılı bir tutumdur.
Kıbrıs’ı Bekleyen Tehlike
Nükleer sorunu artık burnumuzun dibinde, ben her yerden uzak denizin ortasında bir adadayım diyemiyorsunuz artık. Akkuyu nükleer santralinin yapımı durdurulmazsa olabilecek herhangi bir kazada en çok etkilenen yerlerden biri de Kıbrıs olacak. Akkuyu bize seksen kilometre mesafede ve bir nükleer felaket olması durumunda adada neler olabileceğini düşünmek bile istemiyor insan. Radyasyon kendinizi evinize kapatarak kurtulabileceğiniz bir şey de değil. Bu yüzden bu santralin yapılmaması için bütün gücümüzle seferber olmalıyız. Türkiye ve çevresi yenilenebilir enerji kaynakları açısından son derece yeterliyken bütün dünyanın kurtulmaya çalıştığı bu tehlikeli teknolojiye ne gerek var?
Bütün bunların ardında daha derinlere indiğimizde bilimin kontrolsüzce büyüyerek çıkar odaklarının eline düşmesinin büyük payı var. Nasıl ki bir zamanlar papaların, halifelerin sınırsız gücü vardı ve bu gücü tamamen kendi çıkarları için kullanıyorlardıysa, son birkaç yüzyılda bu güç bilime geçmiştir. Bir zamanlar dinin sorgulanması yasaktı şimdi de bilimin. Bir zamanlar insanlar kurtuluş için dinden medet umarlardı, şimdi bilimden.
Bilim belki 19. Yüzyılın başlarına kadar zarardan çok fayda üretiyordu, ama artık şurası kesin ki bilim sayesinde kontrolsüzce üretilen teknolojilerin yol açtığı yıkım ve zararlar doğayı ve insanları en olumsuz şekilde etkileyecek boyuta gelmiştir. Bugünlerde gündemde olan plastik sorununu, küresel ısınmayı, yok olan orman ve ekosistemleri düşünün. Daha geçen ay Sibirya’da haziran ayı ortalama sıcaklıklarının on derece artmasıyla başlayan kuraklık ve sonrasında oluşan devasa yangınla 3 milyon hektarlık ormanlık alan yok olmuştur. Ve uzmanlara göre bu alanda tekrar aynı ormanların oluşması en az 100 yıl sürecektir. Tabii ki böyle bir şey de olmayacaktır, büyük ihtimalle bu yüzyıl içinde sıcaklık daha da artacak ve kalan ormanlarda yok olacaktır. Sibirya çok bilinmez ama dünyanın en büyük ormanlarındandır. Bu kadar soğuk bir bölge bile yangınlarla yok olmak üzeredir.
Bilimi Sorgulamak
Şunu kabul etmek lazım ki bilimi bu şekilde sorgulamaya hiç alışık değiliz. Bilimin en yüce değer olduğu fikriyle büyüdük. Ki doğru bir bilimsel anlayışın elbette çok değerli şeyler üretebileceği bir gerçektir. Ancak doğru bilimsel anlayış belki de hiçbir zaman uygulamada gerçekleşememiştir. Bunun en önemli nedeni bilimin yönteminde gizlidir. Bilim yapmanın birçok çeşidi vardır. Ve biz bunlardan sadece bir tanesini yüceltmiş durumdayız. O da güç ve hakimiyet üreten bilimdir.
Din ve bilimin tarihini inceleyerek gerçeği daha iyi kavrayabiliriz. İnsanoğlu son yüzyıllarda ulaştığı bilgi birikimiyle dine ihtiyaç duymadan, onun çözemediği birçok sorunu çözerek gelişim gösterdiğine inanmıştır. Elbette bu gelişimin de bir değeri vardır, ama bu değer kaybedilen başka birçok şey nedeniyle anlamsızlaşmıştır. Bilim insana “en güçlü benim” duygusunu vermiştir. Ve bu insandaki alçakgönüllülüğü, doğaya saygı ve hayranlık duyma yetilerini zedelemiştir. Din cahil insanları kandırma, ayrılık ve savaşlara neden olma gibi olumsuz etkileri nedeniyle red edilmiştir. Bunda dini kötüye kullanan güçlerin çok büyük payı olmuştur, ancak dine duyulan tepki onun olumlu yönleriyle birlikte geri plana atılmasına neden olmuştur.
Yeni Bilim Anlayışı Nasıl Olmalıdır?
Bilim, Din, Felsefe ve Sanat tek olan Gerçekliğin farklı yönlerini temsil etmektedir. Şu anda dünyada yayılması gereken ve İnsanı ve Doğayı esenliğe götürecek anlayış bu anlayıştır. Buna “Bütüncül Bilgi” anlayışı diyebiliriz. Bilgiyi parçalara bölemeyiz. Bilgiyi parçalara bölmek kendimizi de parçalara bölmek demektir. Varlık, evren, doğa dediğimiz şey bazı parçalardan oluşuyor görünse de bir bütündür. Evrenin içindeki her varlık başkalarıyla beraber var olur. İnsanın ürettiği kültür ve uygarlık yalıtılmış, doğadan ve dünyadan ayrı duran bir şey değildir. Doğa bizim oyuncağımız, ya da sadece kullanımımıza ayrılmış kaynakların toplamı gibi cahil, kör ve duygusuz değildir. Doğanın kendisi bütün insan zekasından kat be kat daha zekidir. Bu benim şahsi görüşüm değil, bilimin de ortaya koyduğu sonsuz gözlemlerin bir sonucudur. Sadece bir çiçeğin yapısını incelemek bile bu zekayı anlamaya yeter. Doğa inanılmaz ölçüde zengin ve yaratıcıdır. Mükemmel işleyen sistemler kuran doğa sadece statik olarak var olmaz. Her yarattığı varoluş yeni bir sentez ve yeni bir olma biçimidir. İnsan gibi harikulade bir varlığın ortaya çıkışı milyarlarca yıllık bir emeğin ve doğanın muazzam bilgi üretme gücünün bir sonucudur. Doğanın adapte olabilme gücüyle bulduğu çözümler aklımızın ötesindedir. Örneğin yılın dokuz ayı çok soğuk olan bölgelerde yaşayan bir kurbağa türü tamamen donar, adeta ölür ve kış boyunca hiçbir yaşam belirtisi göstermeden yaşayabilir. Peki kurbağanın bu adaptasyonu keşfetmesi nasıl olmuştur. Varsayalım ki kurbağa içinde şöyle düşünebilse, ah keşke kışa dayanabilmenin bir yolu olsa, şöyle bir donsam da tekrar canlansam ne güzel olurdu. İyi ama kurbağa böyle düşünebilse bile, donup tekrar canlanma becerisini nasıl keşfedebilmiştir. Elbette bu bir günde olmamıştır. Belki de milyonlarca yıl boyunca o kurbağa türü bu beceri üzerinde çalışmış ve sonunda bedenindeki gerekli değişimleri yaratmayı başarabilmiştir.
Düşünün ki biz insanlarda milyonlarca yıl boyunca kazandığımız her beceriyi genlerimize aktararak bugünkü yeteneklerimizi elde etmiş ve bunu sadece bir nükleik asit olan DNA içinde saklayabilmişizdir. Bir bakıma biz bilgiden başka bir şey değiliz. Bizden önceki milyonlarca yaşamın bilgilerin bir özetiyiz. Ve sonra da bu yaşam boyunca üzerimize düşeni yapıp biz de bir şeyler üretiriz ve sonraki nesillere kendimizi de aktarırız. Bütün bunlara bir bütün olarak bakarsak tek bir insan yaşamış gibiyiz ama bunu sonsuz farklı formda yapabilen tek bir insan. Ve bütün o formların bilgilerini bütünleştirebilme ve deneyim aktarma özelliğine de sahibizdir. Konuşarak, yazarak ve okuyarak, gülerek, sarılarak ve öpüşerek, şarkı söyleyip kahkaha atarak. Hatta bizden yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış insanların bile sözlerinden etkilenip onların ruhunu iliklerimizde hissedebiliriz.
Böylesine muazzam ve uzun bir yolda olan İnsanlık bugün bütün birikimlerini ve kendi annesini yok etme potansiyeline ulaşmıştır. Eğer bilgimizi bütünleştiremezsek bunun olması da kaçınılmazdır. Artık bilimle temsil edilen aklın, dinle temsil edilen imanın, sanatla temsil edilen yaratıcılığın ve felsefeyle temsil edilen cesaret ve bilgeliğin birleşmesi zamanıdır. Bunlar dört ayrı yöne doğru yola çıkan ve gelişmelerinin zirvesine ulaşan dört kardeş gibidirler. Artık eve dönmeleri ve birlikte olmaları, öğrendiklerini birbirlerini zenginleştirip, hatalardan arıtmak için kullanmalarının zamanı gelmiştir. Bunlar çok ulvi ve muhteşem buluşma anlarıdır. Biz bunu öncelikle kendi dünyamızda yapmalıyız. Bilginin her biçiminde ilerleyip sonra onları tek bir düşünce, tek bir bütünleşmiş duygu, tek bir yaratıcı eser içinde bütünleştirip anıtlaştırmalıyız. Bu sonsuz bir birlik hissinin inanılmaz gücü ve mutluluğu olacaktır.
Sonra ayrıldıklarında bilim insanı sevgiyle doğayı kucaklayan bir bilge, dindar kişi aydın bir bilim adamı, filozof da bir sanatçı olacaktır. Hatta bunların ayrı ayrı isimler almalarının bir önemi kalmayacaktır. Bunlar tek ve sonsuz güzel bir anlama sahip olacaklardır: Hakiki İnsan.