Güle Güle Lukas, Seni Hiç Unutmayacağım

Niyazi Kızılyürek

Geçenlerde, benim için özel bir günde keyifle uyandım. Canım eski ama benim için eskimeyen şarkılar dinlemek istiyordu. Cem Karaca, Erkin Koray, İlhan İrem güzel şarkılarıyla beni 1960’lı yılların sonuna, 70’lerin başına götürdüler. Nostaljik yolculuğumun sonunda  Cem Karaca yenilerden bir parça okuyordu: “ölüme de doğuma da çiçekler yolluyoruz” ve “işte geldik gidiyoruz bilinmez bir diyara” diye devam ediyordu... Rock ozanı, insan evladının eros ile thanatos, doğum ile ölüm arasındaki yolculuğunu anlatıyordu. Bu şarkıyı doğum günümde dinlemek bende bir yandan karmaşık duygular yarattı, diğer yandan da ruhumda sertlikleri, kırılganlıkları yumuşatan bir tat bıraktı. Müziği kapattım ve bir panele katılmak üzere evden çıktım. Zaman içinde yolculuk bana iyi gelmişti. Toplantı salonuna ayaklarımın ucunda girdim... Panel bittikten sonra ev sahipleri panelistleri ve bazı konukları güzel bir lokantaya davet ettiler. Her şey pırıl pırıldı... Damağımızda birbirinden güzel lezzetler, bardaklarımızda bizi gamdan azat eyleyen mey, yanımda sevdiğim dostlarım... Bundan iyisi can sağlığı... Birdenbire ev sahipleri bardaklarını kaldırıp “happy birthday to Niyazi” diyerek hiç beklemediğim bir sürpriz yaptılar. Digital iletişim zamanlarında yaşıyoruz ve hiç bir şeyi saklayamıyoruz diye düşündüm. Fakat doğrusu mutlu oldum. Kadehimi kaldırarak teşekkür etmeye hazırlanıyordum ki telefonum çaldı. Hüzünlü bir ses, “acı haberi vermek bana düşütü, Lukas öldü” diyordu. Cümleyi iyice anlamam için durmadan tekrar ediyordu... Olamaz! Hem de doğum günümde....

Benim kuşağım “bin gavur kellesi kessem bu kin benden vallahi de gidemez” “şiiri” ile büyüdü. 1964 yılında savaşı görmüş, göçmen olmuş biri olarak bu şiiri okul yıllarımda yürekten bir sesle okuyordum. Ta ki Lukas ile tanışana kadar... 1970’li yılların başında ailemle ortak işler yapmaya başlayan Lukas kısa sürede aileden biri olmuştu. Önceleri şüpheyle yaklaştığım bu Kıbrıslı Rum benim için zamanla iyilik ve bilgelik sembolü olacaktı. Lukas sabahın erken saatlerinde çiftliğe gelir, akşama kadar orada kalırdı. Çizmeler ayağında bizimkilerle birlikte çalışır, aynı sofrada yemek yerdi. Bu arada, çiftliğimiz gelişip büyüyordu. Maddi durumumuz giderek düzeliyor, göçmenlikten kaynaklanan sefalet yavaş yavaş sona eriyordu. Yol üstünde yer alan çiftlik pek çok Kıbrıslı Rum’un uğrak yeriydi. Gelen giden o kadar çok insan vardı ki, kahve cezvesi gün boyunca kaynardı. Seyyar satıcılar, toprak satın almak isteyenler, nenemin yaptığı güzel köy hellimini tatmaya gelenler, hayvan tüccarları ve sıradan ziyaret amacıyla uğrayanlarla dolup taşardı çiftliğin küçük evi. Rumca bilmiyordum ama konuşulanları az çok sökebiliyordum. Zamanla çiftliğe uğrayan Kıbrıslı Rumların okullarda yüksek sesle okuduğum milliyetçi şiirlerdeki “gavurlara” benzemediğini fark edecek, hiç bir “gavur kellesini“ kesemeyeceğimi anlayacaktım.
“Normal zamanlarda” yaşadığımız hissi giderek güçlense de, gerçekte “sisli havalarda” yaşıyorduk ve bu gerçekliği anımsatan olaylar eksik olmuyordu. Bir akşamüstü çiftlikten köye dönerken yaşadığımız bir olay, “normal zamanların” aslında sadece Kıbrıslı Rumlar için geçerli olduğunu, Kıbrıslı Türklerin “olağanüstü zamanlarda” yaşadığını bütün acımasızlığıyla genç ruhuma kazıyacaktı.


Her zaman olduğu gibi, o akşamüstü de babam çiftlikten köye dönüyordu. Yeni aldığımız ikinci el Zetor marka traktörün direksiyonunda babam, kanatlarında ben ve kız kardeşim oturuyorduk. Yeni doğan kardeşimiz babamın kollarında seyahat ediyordu. Çiftlikten yarım mil kadar ancak uzaklaşmıştık ki, Kıbrıslı Rum polisler yolumuzu kesti. Arabadan inen polisler babamı karakola götürmek istiyorlardı. Aldıkları “istihbarat” babamın “bisiklet çalmış” olduğunu söylüyormuş ve bisiklet hırsızlığından sanık olarak ifade vermesi gerekiyormuş... Babam bunun düzmece bir senaryo olduğunu bildiğinden, “çocuklarımı köye bırakayım, sonra gelip ifade veririm” diyordu. Fakat Kıbrıslı Rum polisler ısrar ediyordu. İfade vermek üzere derhal karakola gitmeliydi. Polislerle başlayan sözlü cebelleşme yavaş yavaş fiziki bir kavgaya dönüştü. Babam, kucağında küçük kardeşimle olduğu yerde dönüp duruyor, polisler de onu elinden kolundan çekiştiriyordu. Birdenbire polis çavuşu olduğu kolundaki nişanlardan belli olan şahıs -omuzunda gömleğin üzerine dikilmiş iki veya üç çizgi vardı- yanındaki polislere emir yağdırmaya başladı. “namluya kurşun sürün...” Otomatik bir silah “şrak şrak” sesleriyle babamın üzerine çevrildi. Tam o sırada elime geçirdiğim bir taşı silahını babama doğrultan polisin yüzüne fırlattım fakat yediğim sert tokatla yere yıkıldım. Bu vahim sahneyi çiftlikten gören bizimkiler olay yerine koştu. Benzer biçimde, yoldan geçen Kıbrıslı Rumlar da meraklı bakışlarla olay yerine geldiler. Dedemin elinde çoban değneği, Kıbrıslı Rum polislere ha vurdu ha vuracak... Nenem ise polis çavuşunun üstüne atlıyor, rütbelerini sökmeye çalışıyordu. Olay yerine toplanan Kıbrıslı Rumlar şaşkınlık içindeydiler. “Bisiklet hırsızlığı” hikâyesine onlar da inanmıyordu. Polisler gördüğü tepki karşısında yumuşamaya başladılar. Hiç bir “kötü niyetlerinin olmadığını”, “sadece bir ihbarı değerlendirmek istediklerini” söylüyorlardı. Sonunda babam karakola gidip ifade vermeyi kabul etti. Hep beraber karakola gittik. Ve karakola adımımızı atar atmaz babam kendisini bir hücrede buldu, bize de karakoldan uzaklaşmamız söylendi. Çaresiz, karakolu terk ettik.
Köye “babasız” döndüm. Anneme babamın tutuklandığını söylediğimizde güçlükle ayakta kaldığını hatırlıyorum. Babam tam üç gün üç gece eve gelmedi. Annem tam üç gün üç gece ağladı ve Kıbrıslı Rumlara beddua etti. Sonunda babam eve döndü. Onu hapisten alıp bize bağışlayan Lukas’tan başkası değildi.
Bu olay hayatımda derin izler bırakacaktı. Çocuk aklımda bundan böyle babamı alıp götüren “kötü Rumlar” ile babamı geri getiren “iyi Rumlar” vardı. Okuduğum şiirlerdeki “gavur” imajı süratle siliniyor, zihnimde bambaşka imajlar dolaşıyordu...


15 Temmuz 1974 günü yaz tatilimi geçirmek üzere çiftlikteydim. O gün büyükler saman öğütmek gibi ağır işler için çiftlikte kaldıklarından, sürüyü benim gütmemi istediler. Sabahın erken saatlerinde sürüyü alıp ovaya açıldım. Yanımdan eksik etmediğim radyomu dinleyerek araziye yayılan hayvanları seyrediyordum. Birdenbire program akışı kesildi ve radyodan önemli olduğunu hissettiğim bir açıklama yapıldı. “Makarios ölmüş...” Heyecanla çiftliğe koştum. Lukas, yaramaz şakalarımdan birini yaptığımı düşünerek öfkeyle mırıldanmaya başladı. Fakat şaka filan yapmıyordum. Radyoyu kendisi de dinleyince tam bir şok geçirdi. Babam telaşla köye döndü. Geride kalanlar çiftlik evinde toplandılar. Lukas, başını iki eli arasına alarak “adayı mahvettiler”, “Türkiye’yi adaya getirecekler” diyerek üzüntüden adeta inliyordu. Hüzünlü bir sessizliğin doldurduğu küçük odada radyodan birdenbire Makarios’un sesi yükseldi: “Kıbrıs Rum halkı. Bu sesi tanıyorsun. Sana konuşan benim; Başpiskopos Makarios. Ölmedim Yaşıyorum…” Makarios’un sesi Lukas’ın hüznünü bir nebze olsun dindirmişti. Yine de çok endişeliydi. Tam o sırada komşu köyün destebanı Sotiris küçük çiftlik kapısından içeri girdi. Sotiris’i daha önce hiç kimse böyle görmemişti. Her zamanki gündelik kıyafetlerini giyen Sotiris’in belinde bu sefer iki tabanca vardı. Bildiğimiz fakir, yumuşak insan gitmiş, yerine “güç sahibi”, “kendine güvenen” biri gelmişti. Sotiris dedem ve neneme dönerek son derece saygılı bir ses tonuyla “iktidar artık bizdedir. Sakın hiç bir şeyden korkmayın, yanınızda ben varım” diyordu. Kocaman gövdesiyle üzerine atlamaya hazırlanan Lukas’a ise “dua et ki Niyazi dayının (dedemi kastederek) hatırı büyüktür, yoksa seni buracıkta öldürürdüm” dedi. Evet, “bizim” uysal, mülayim, müşfik Sotiris gerçekte EOKA B militanıydı ve şimdi bir Türk’ün küçük çiftlik odasında silahlı bir EOKA B militanı olarak hiç sevmediği Lukas ile karşı karşıyaydı. İlginçtir, EOKA B üyesi Sotiris, “ortak Türk dostları hatırına” Lukas’ın hayatını bağışlıyordu…
Kıbrıs  bu olaydan tam beş gün sonra çanak gibi ortadan ikiye bölüneceği savaşa uyandı. 20 Temmuz sabahı ilk Türk uçakları ve ardından Türk paraşütçüler Kıbrıs semalarında göründüğünde Kıbrıslı Türkler bayram sevinci yaşıyordu. “Beklenen gün” nihayet gelmişti. Kıbrıslı Türkler bayram sevinci yaşarken, Kıbrıslı Rumlar perişan bir durumda hayatlarını kurtarmak için adanın güneyine doğru kaçıyorlardı. Ben savaştan bir gün önce çiftlikten ayrılarak köye gittim. Dedem ve nenem orada kaldılar.
20 Temmuz sabahı başlayan savaş, 16 Ağustos günü sona erdi. “Atilla Hattı” (bu ismi Türk Genelkurmayı koymuştu) adayı boydan boya ikiye böldü. Çiftlik “Atilla Hattının” tam üstünde kaldı. Bir ucunda Türk askerleri, diğer ucunda da BM askerleri ile Rum-Yunan kuvvetleri vardı. Bir süre önce ağır bir ameliyat geçiren ve yürüyemeyen nenem ve onun yanında kalan dedem mahsur durumdaydılar. Onlardan hiç bir haber alamadığımız için merak içindeydik. Sonunda, dostumuz Lukas arabasıyla çiftliğe giderek dedem ve nenemi çiftlikten aldı ve hattın güneyine, daha emin bir yere götürdü. Hayvanları da uzaklaştırdı. Bir süre sonra sattığı sürüden payımıza düşen parayı ve dedem ile nenemi BM aracığıyla bize gönderdi.
Savaşın üzerinden uzun yıllar geçmişti. Bir gün telefonda bir ses Yunanca olarak Lukas’a “Merhaba Lukas, benim, Niyazi. Bu isim sana bir şey ifade ediyor mu?” diye soruyordu. Lukas, büyük bir heyecan içinde “Niyazi mi?, sen Niyazi dayı olamazsın! Yoksa sen küçük Niyazi misin? Ne güzel Yunanca konuşuyorsun, neredesin?” “Lefkoşa’dayım”. “Tony Bread and Breakfast” otelinde... Lukas uçarak otele geldi. Ucuz otelin bekleme solunun açılan sürme bir kapısı vardı. Kapıyı çekip açmadan önce epeyce heyecanlandığımı hatırlıyorum. Kendimi toparladım ve kapıyı yavaş yavaş çekerek açtım. Neredeyse iki metre boyunda olan Lukas bekleme salonunun küçücük dar koltuğuna ilişmişti. Göz göze geldik. Lukas’ın saçı başı iyice ağarmıştı. Hafif bir ses tonuyla “seni gözlerinden tanıdım, gözlerin hiç değişmedi” dedi. Sarıldık. Gözyaşlarını tutamadı. Koca adam ağlıyor, vücudu tiril tiril titriyordu. Karısı Ksenia arabada bekliyordu. Bir lokantaya oturduk. Anılarımızı paylaşıldıkça hüzün yerini yavaş yavaş sevince bırakıyordu. Az konuşan bilge adamın dile çözülmüştü. Sabaha kadar ailemle olan anılarını anlattı. Tek tek herkesin hatırını sordu. Kalkmadan önce Lukas’a Sotiris’i sordum. Kibar Lukas bütün kibarlığını unutarak, “o herif mi? Limasol limanında çalışıyor. EOKA B üyesi olduğu için fişlendi. Gözetim altınadır” dedi.
Kıbrıs Üniversitesi’ne geldiğim zaman çok sevinmişti. Her buluştuğumuzda “bu dünyayı iyilik ve güzellik kurtaracak” diyordu. Maalesef kötü zamanlarda öldü ama hep bir iyilik ve güzellik abidesi olarak yaşadı.
Güle güle Lukas, seni hiç unutmayacağım...