Türk şairinin dev kalemlerindendir Gülten Akın. Bu büyük şairin 12 Eylül darbecileri tarafından yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980’de 17 yaşında idam edilen Erdal Eren'e ithafen, yazdığı Büyü şiiri, büyük yankı yaratırken, Kemal Sahir Gürel tarafından bestelenmiştir.
İnceliklerin şairi Gülten Akın, yaşadığı dönemde Fazıl Hüsnü Dağlarca öldükten sonra otoriteler tarafından “Yaşayan en büyük şair” olarak ilan edilmiştir. Cemal Süreya da “Ümmüşiir/Şiir Anası” olarak anar Gülten Akın’ı.
Oyunlar da kaleme alan Gülten Akın şiirinde en çok toplumsal sorunları, yaşam-halk ilişkisini işledi.
Bir röportajında “Ben İkinci Dünya Savaşı’nı gördüm ve 90’lara geldiğimiz zaman bile ben bu yaşamın daha güzel olabileceğine dair bir takım umutlar besledim. Bakın yaşam nedir? Yaşam gerçektir, yaşam düştür. O ikisi bir açıyı taşısalar da yaşam bu ikisi birlikteyken ancak yaşamdır. O ikisini birbirine yaklaştıracak şey de yani düşten gerçeğe insanın geçebilmesini sağlayan şey de umuttur. Bu umut kaybolduğu, gerçekle düşün arası çok açıldığı zaman tam bir trajedi oluşuyor. İnsan yaşamında, ilişkilerinde, dünya ile insan arasında bir bölünme, parçalanma oluşuyor. Ve şiddet buradan çıkıyor. Düşün yaşama dönüşebileceği umudu olmadığı zaman bu şizofrenik bir bölünmeye sebep oluyor. İşte dünyanın ve insanların sorunu bence burada” demişti Büyük Şair…
***
Büyü
Büyü de baban sana
Büyü de
Acılar alacak
Büyü de baban sana
Büyü de
Yokluklar alacak
Büyü de baban sana büyü de
Bitmez işsizlikler açlıklar alacak
Büyü de
Büyü de baban sana
Baskılar işkenceler alacak
Kelepçeler gözaltılar zındanlar alacak
Büyü de
Büyüyüp de on yedine geldiğinde
Büyü de baban sana
İdamlar alacak
***
Türkünün bestelenme öyküsünü sosyal medya hesabından anlatan Kemal Sahir Gürel, şunları yazar:
"1986 yılında aklımdan melodiler geçiyor. Ama henüz tam oturmamış.
Bağcılar-Parsellerdeki evimizin salonunda bağlama çalarken, Ahmet Naim abim elinde Cumhuriyet gazetesiyle odasından çıkıp bana gazeteden bir şiir gösterdi.
‘Bunu besteleyebilir misin?' diye sordu.
‘Bakayım, üzerine çalışayım’ dedim.
Evden çıkarken gazeteyi yanıma almıştım. Birkaç gün üzerimdeki gazete ile gittim her yere. Hem melodilere bakıyor, hem de arada bir gazetedeki şiire göz atıyordum.
Eve dönüşlerden birinde, bindiğim minibüs (Margirus) Topkapı’da arızalandı. Ben de en ön koltuktayım.
Arıza giderilinceye kadar gazeteyi tekrar açıp mırıldandım. Bir iki denemeden sonra bulduğum melodinin söz ile beraber oturması hoşuma gitmişti:
‘Acılar alacak, yokluklar alacak
Büyü de baban sana’…
Melodi beni içine çekiyor, üzerine gitmemi istiyordu. Durmuyor, giriş kısmını örmeye çalışıyordum minibüste mırıldanarak.
‘Büyü de baban sana
Büyü de büyü’…
O yıl Selda Bağca’nın Plak şirketinde karşılaştığım Ahmet Kaya’ya yeni bestemi gitarla çalarak dinlettim. ‘Kemal sana bir şey söyleyeyim mi; ben de bu şiir üzerine çalışıyordum. Ama senin besten çok güzel olmuş. Ben artık bestelemekten vazgeçiyorum’ dedi.
Gülten Akın’ın Büyü Yavrum şiirinin müziğe dönüşmesinin öyküsü kısaca böyle."
***
Ve Gülten Akın’ın, “42 Günün Şiirleri” (1986, Alan Yayıncılık) kitabından, “Büyümeye Hayır”;
BÜYÜMEYE HAYIR
Başak sarısı saçları annesinin göğsüne yaslı, uyuyordu. Uzun yolların yolcusuydular. Anne, yan koltuktaki yolcuyu rahatsız etmemeye çalışarak, bedeninin ağırlığını küçük kıpırdanışlarla bir yanından ötekine vererek, gözünü bile kırpmadan oturuyordu. Kucağındaki ağırlık “sevgili ağırlık” değildi onu yoran, inciten. Yüreğinde ve kafasında demir parmaklıkları, kafesleri olmaksızın ışıyıp duran sevgili yüz de değildi. Batıda bir kentten başkente yaptıkları sayısız yolculuğun o anlamsız, amaçsız tüketiciliğiydi. Yollarda büyüyüp dört yaşına gelmiş bir oğlanla dört yıldır aynı yolu ve ondan sonrasını kısa aralıklarla gidip geliyordu. Koca ailesinin evinden, kendi ailesinin yanına. Babıla (çocuk babaannesine öyle derdi). Eskidede (çocuk babasının babasına öyle derdi) onları sonsuz bir sevgiyle sarıp sarmalıyordu. Gittikleri gün, Babıla Eskidede için yaşamlarının tek şenliği oluyordu. Dönüşleri matem, karabasan, kıya.
Kucağındakine eğildi, kokladı. Ağustos gecesi, ayışığı, deniz, yeni biçilmiş çayır kokuyor. Gözleri doldu. “İyi etmedim. Bunu onlardan ayırmamalıydım.”
Yoksuldular Babıla, Eskidede. Batıdaki kentin uzak bir köyünde otururlardı. Ekenek az, geçim kıt. Oğulları parasız yatılı liseden Üniversiteye geçtiğinde bir sevindiler, bir sevindiler. Hele Üniversiteyi bitirdiğinde, hele evlendiğinde.
Uyku zorluyor. Otobüsün mola vermesi, kapıların açılması, içeriye keyifle dolan yaz gecesi havası iyi geldi. Herkesler indi. “Çaylar şirketten.” Bir o, kucağına yaslı başak demetini ırgalamadan duruyor. Derin soluklarla uyuyor çocuk. Köyden yürüyerek çıktılar. Ne bir araba, ne bir kamyon. Çocuk çabuk yoruldu. Kimi zaman kucakta kimi zaman elde. “Şimdi varıyoruz, bak işte yaklaştık, az kaldı.”
Kalamazlardı. O dünya iyisi Babıla’nın Eskidede’nin yanında. Yük oluyorlardı. Yoksulluğu artırıyorlardı. Bir de oğulun yattığı, kente uzaklık. “Çok ama, çok uzak”. Başkentte bir süre dinlenip oradan gidiyorlardı. Kendi ailesinin yanında. Bunu düşününce öfkelendi. “Kocamın anası babası gibi olsalardı ne olurdu. Sürekli kalırdık yanlarında. Geçim kaygımız olmazdı. Görüşlere yakıncacık ordan giderdik, daha sık giderdik.” Ta başından karşıydılar. Onların kızları, o incelmiş evin kızı, bir köylüyle. Sonra çalkantılı günler, basılmalar, tutuklanmalar. “Benim bunca yakınım, anam babam. Biz fırtınalar içindeyken ne kadar ne kadar uzağımızdaydılar. Salt sıkıntı duydular”. İçi daraldı. Çocuğuyla uğruyorlardı zorunlu. Olabildiğince kalıyorlardı da. “Çalışsam, iş verseler, yeterince gelirim olsa. Küçücük bir ev, ikimiz için. Oğulcuğumu ana okuluna gönderirim. Ayda bir yine babaya gideriz, görüşe. Açlık grevine başlamışlar. Uzar mı? Tanrım… Hastalanır mı, ölür mü? Oğlumuz babasını orada, görüş yerinde tanıdı. Bir salıverilse. Sarılsam, sarılsam. Ötekiler, hepsi, tüm arkadaşlar.
“Neden?”
Uykusunda inledi çocuk.
“Beni de almışlardı onu götürdükleri gün. Söylemezsen, konuşmazsan onu senin önünde… Hayır yapmayın. Dokunursan kendimi öldürürüm. Erken doğum. Aşırı korkudan, üzüntüden. Caydılar işkenceden. Çay içmek ister misin? Ben ister miyim size böyle davranmayı. Görevim aldığım emirle.”
Anne ağırlığını öteki kalçasına, bacağına aktardı yeniden. Çocuk uyandı. Doğrulup oturdu kucakta. Anne onu okşadı öptü. “Ne güzel büyüyorsun, daha da büyüyeceksin. O zaman…”
Çocuk bir otobüs dolusu çın çın bağırdı. “Ben büyümek istemiyorum, tamam mı? Abi olmak istemiyorum, tamam mı? Baba olmak istemiyorum, tamam mı? Tutuklu olmak istemiyorum, tamam mı?