Kıbrıs Türk solunun bugün içinde bulunduğumuz dönemdeki önceliği, Kıbrıs Türk toplumunun varlığına dair içerden ve dışardan gelen baskıları göğüsleyecek, ortadan kaldıracak bir siyaset izlemektir. Ada üzerinde aslında yüzyıllardan beridir varoluş kaygısı yaşayan Kıbrıslı Türklerin tarihsel arka planı, bu temel sorunun varlığını sürekli öncelikli kılmaktadır.
Uluslaşma sürecini ve o sürece bağlı sosyo kültürel iç devinimi yaşamamış bir toplumuz. Tarihsel gerçeklerimizin, toplumsal kimliğimizin öne çıkacağı yurtsever bir yapılanmayı ortaya çıkarmamış olması ile 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin baştan ölü doğmuş olmasının yarattığı sorunlar Kıbrıslı Türklerin dünya ekseninde bir özne oluşunu sürekli ötelemiştir. Hatta kendi liderleri tarafından yaratılan,dünyaya değil Türkiye’ye entegre olma tercihi, toplumsal güvensizliğin sürekli üretilmesinde önemli bir rol oynamıştır. İstenen Kıbrıslı Türklerin güçlü varlığı ve adada onurlu duruşundan öte, halkın varlığını yok edecek sıfırlayacak bir entegrasyon siyaseti ile Türkiye’ye bağlanmak olmuştur.
1983 yılından sonra da değişen yeni bir siyasete tanık olmadık. Bu kez konu, Kıbrıs’ın kuzeyinde bir Kıbrıslı Türk devleti yaratma hedefinden öteydi. Adanın kuzeyinde, bir Türk devleti yaratma hedefi dönemin liderliğinin başlıca hedefi olageldi. Bu nedenle onlarca yıl boyunca “gelen Türk giden Türk” söylemi ve “Kıbrıslı Türk kimliğini” yadsıyan, dışlayan tavırlarla kendini reddeden bir toplum yaratılmaya çalışıldı.
Edilgen sosyal yapının temeli halkın tercih ettiğinden öte, kendisine dayatılan toplumsal rollerin pasifliğinden, edilgenliğinden kaynaklanıyordu. Esas dayatan ve müdahaleye davetiye çıkaran kendi liderliği oldu.
Bu küçük toplumun çok birşeye kafa yorması ya da herhangi bir konuda alternatif üretmesine asla “izin verilmedi”. Hazır paketler, reçetelerle Türkiye’nin hükümetleri nasıl olsa gerekli girişimi yapıp, dosyayı önlerine koyabiliyordu. Buradaki hükümetin ve liderliğinse tek bir görevi olageldi, Türkiye’den gelen dosyalara gelebilecek farklı görüş ve önerileri anında ötekileştirip dışlamaya, yok etmeye çalışmak.
Elbette, 1968’den beri Kıbrıs Türk liderliği asla görüşme masasından da kaçmadı. Bir kaç kez kaçar gibi olsa da, görüşmeler her zaman geriye ümitsizlik bırakarak devam etti. Bir yandan ayrı bir devlet vardı, ama öte yandan ayrı bir toplum, kimlik yoktu en nihayetinde de çözüm için “masadan” kaçılmamalıydı. Kaçmadı da!
Müslüman cemaatten, dünyanın tanımadığı bir devlete sahip oluşa ve bugüne dek geçen zaman diliminde değişen ne oldu? Ne olmalıydı?
Bu serüvende, tarihsel kırılma noktası toplumsal ortak paydanın, Kıbrıslı Türklerin tamamen kendi iradeleri ile bir araya gelip uluslararası siyaset sahnesine bir özne olarak çıktıkları 2004 referandumu öncesi dönemdir. Bugün çok daha iyi analiz edebiliyoruz ki, dönemin Türkiye hükümetinin Kıbrıs siyasetinin oluşmasındaki temel etken, Kıbrıs Türk halkının haklı çözüm kararlığı olmuştur.
Eğer bu yönde bir toplumsal irade beyanı oluşmuş olmasaydı, dönemin Türkiye hükümetinin durup dururken Kıbrıs’ta çözümü savunacağını düşünmek doğrusu bana sağlıklı bir düşünce olarak görünmüyor.
Kıbrıs Türk solunun temel görevi, toplumsal kesimlerin ortak paydasının, toplumsal varoluş olduğunu öne çıkarmak olduğu yönünde çalışmaktır. Bunu ancak sol yapabilir. Bu anlamda da önce toplumsal varoluş için ortak hareket ve ardından dünyaya entegre olunacak çözüm siyasetinin somutlaştırılması, Kıbrıslı Türklerin her yeni bir güne umutla uyanması için yaşamsaldır.
Edilgen ve ezik tarihimizden kopmadan, yarını kurmamız mümkün değildir. Bu nedenle ortak payda için yapabileceğimiz kadar özveride bulunmak, bu yönde kendimizi aşmak bugünün kaçınılmazıdır.