Kıbrıs sorununda krize doğru yol aldığımız çok önceden belli olmuştu. Beklentilerin giderek azaldığı, bu "masadan" bir sonuç çıkmayacağı, liderler arası güven bunalımı yanında her iki tarafın da maksimalist ve gayrı samimi davranışı bugünkü sonuçları üretti.
11 Şubat 2014 tarihinde imzalanan liderler ortak açıklaması dışında, Eroğlu-Hristofiyas ve Eroğlu-Anastasiades dönemlerinde sonuç alıcı en küçük bir adıma rastlayamazsınız. Ortak açıklamayı ise, Sn.Eroğlu'nun neredeyse "zorla" imzaladığı bir gerçek. Kıbrıslı Türk lider ve müzakerecisi, 11 Şubat gerçeğine sadık kalmış olsalar idi, bu tarihin ardından çok daha çözüm alıcı bir stratejik yaklaşım sergileyebilirlerdi. Hem bu yapılmadı, hem de söylemlerinde öncelikli bir konu olarak 11 Şubat asla yer almadı, sahiplenilmedi.
Hükümetin ve Meclisin sürecin yapılandırılması esnasında yok sayılması, daha katılımcı bir müzakere arayışı ve katkının, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmesi de aslında çözüm sürecinin kurgulanmasında herhangi bir olumlu niyetin olmadığını bize göstermekteydi.
Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum müzakereciler arası yapılan görüşmeler ise, uzlaşma ortamı yaratma yani sonuç almayı kolaylaştırmaya dönük yapıcı bir arayışı ortaya çıkarmaması, "akademik diyalog" ya da "akademik süreç" olarak nitelediğim durum saptamasından öte bir işleve sahip olmaması, fasit bir daire içerisinde dönerek malumun ilanını ortaya koyan bir kısır döngüye dönüştü.
Her ne kadar da, karar verme sorumluluğu liderlerde olsa da, liderlere karar verecek uzlaşma zeminini sağlayacak olan müzakerecilerdi.
1962 yılından yani Johnson'dan çok uzun süre sonra Mart 2014'de adaya gelen ABD Başkan yardımcısı Biden'in ziyaretini hatırlayalım. ABD hiçbir şekilde ikinci adamını dostlar alışverişte görsün diye bir ülkeye göndermez. BM'den öte ABD'nin aktif rol aldığı bu dönemde, Biden ziyareti çözüm müzakerelerinin ilerlemesi için önemli bir diplomatik hamle ve sonuca doğru bir adım olarak değerlendirilmekte, hemen ardından ABD Dışişleri Bakanı Kerry'nin gelmesi planlanmaktaydı.
ABD Dışişleri Bakanının Avrupa ve Asya işlerinden sorumlu Bakan Yardımcısı Victoria Nuland'ın ziyaretinin ardından, bizzat kendisinin kordinasyonu ile müzakere sürecin artık ilerlemesi, liderlerin cesaretlendirilmesi uluslararası camianın gündemine oturan bir başlıktı.
Biden ziyareti önemli bir kırılma noktası oldu ve başarısızlıkla sonuçlandı. Kimin için? Kıbrıs Türk tarafı için. Ziyaret sırasında, Kıbrıslı Türk liderliğinin inisiyatif yüklenmekten ve çözüme dönük cesaretten uzak, karşı tarafı suçlayıcı bir söylemle pragmatik hamlelere kapalı duruşu bütün ilginin "Kıbrıs Cumhuriyeti"ne kaymasına neden oldu.
NATO üyesi olmayan "Kıbrıs Cumhuriyeti" tarihinde ilk kez, ABD tarafından "stratejik ortak" olarak nitelendirildi. Bunun önemi üzerine ise Biden gerek burda gerekse adadan ayrıldıktan sonra pek çok konuşma yaptı.
Haziran ayında gelmesi öngörülen Kerry'nin ziyareti gündemden kaldırılarak, Kıbrıslı Türk liderliğinin çözüme dönük olumsuz tutumu bu ziyaretten sonrasında not edildi.
Son yaşanan kriz, uluslararası güçlerin Doğu Akdeniz'deki paylaşım kavgası üzerinden şekillendi.
Evet, bu doğal gazı paylaşım kavgasıdır ve ABD, Rusya, Kıbrıs Cumhuriyeti, Mısır, Lübnan, Türkiye ve İsrail bu kavganın birincil aktörüdür.
Kıbrıslı Türkler bu oyunda ne yazık ki sadece seyircidir. Çözüm olmadan da seyirci olma hali devam edecektir.
Açık yazayım, yerel veya uluslararası düzeyde "güven sarsıcı girişimlerle" ada çözüme ulaşmayacaktır.
Bu bağlamda barış güçlerinin konuya etnik, bölgesel veya duygusal değil, ilkesel, gerçekçi ve çözüm merkezli bakma zorunluluğu vardır. Bu zorunluluktur ki Kıbrıslı Türk insanını hak ettiği konuma yükseltecektir.
Gelin önce çuvaldızı kendimize batıralım, Anastasiades'i ondan sonra suçlayalım. Unutmamak lazım ki, barışa en çok ihtiyacı olan ve bu yönde hatasız çalışması gereken Kıbrıslı Türklerdir.