Dünya eski dünya olsaydı ben bugün bir uçakta büyük olasılıkla İstanbul’a uçuyor olacaktım. Şu an ise evdeyim ve temizlik, yemek gibi uğraşlar dışında ya okuyup yazıyorum ya da bir ekrana doğru bakıyorum. Ve bunlara eşlik eden uzun düşünme seansları var tabii ki. Daha yoğun işitilen bir iç sesle baş başa kalma durumu bu…
Bu denli özgür bir ruh olmama rağmen garip tutuculuklarım ve insanlara ve mekânlara ilişkin bir sadakat duygum vardır benim. Bazı kafelerin müdavimiyimdir örneğin ve gittiğim zaman hep aynı yere otururum. Yerim tutulmuşsa huzursuz olurum. Bir ilişkiden, bir insandan da kolay vaz geçemem. Uzaklaşsam, kırılsam, düş kırıklığı yaşasam bile kalbimde tutarım bir kez sevmiş olduklarımı. Her insan bizim onu içimizde kurguladığımız kişidir çünkü. Ondan gelen ışıkla sevilecek biri yaratmışızdır kendi içimizde. Galiba, bu konuda bir eşik vardır benim için ve o eşiği aşan herkesin yeri ömür boyudur. Ömür boyu kelimesini kullanmak ne kadar kolay değil mi? Hayat böylesine değişken ve şaşırtıcıyken. Birden bütün dengeleri altüst edebilecek gelişmeler yaşanırken. Sadece yakın geleceğe dair küçük planlar yapardım geçmişte, şimdi onlar bile anlamsız geliyor. Koronayla filan ilgili değil bu. Kişisel hayatlarımızda da böylesi durumlar yaşadık ve yaşıyoruz. Birden her türlü hayali yok eden, sürüp gidene sekte vuran gelişmeler çıkabiliyor karşımıza. Bir dünya hali bu…
Korona krizinin öğretilerinden söz ediliyor sürekli. Bir eşitlik duygusu yarattığından filan. Herkes eve kapanmış olsa da sınıfsal anlamda bir eşitlenme yok kuşkusuz. Deniz manzaralı bir köşkte yaşayıp güzel sofralara kurulanla bodrum katında yaşayıp geçenlerde işini kaybettiği için bin bir kaygıyla kıvranan emekçi arasındaki fark burada daha bile belirginleşiyor. Sadece insan olduğumuzu, ne kadar kırılgan olduğumuzu, ölümlü olduğumuzu, birbirimizden sorumlu olduğumuzu hep beraber hatırladık. Hepsi bu…
Bizi oyalayacak sokaklar, sosyal ortamlar yok ya, kendimize döndük daha çok, geçmişimize daldık fena halde. Ben öyle yaptım en azından, çoktan unuttum sandığım pek çok hatıra ziyaretime geldi. Pozitif kelimesi hiç bu kadar kötü bir anlamda kullanılmamıştı ama bunca zehirli hatıra karşısında pozitif olmaya çalışıyorum elimden geldiğince.
Daha önce de yazmıştım bunu; benim için bu pazar yazıları büyük oranda adını, yüzünü bilmediğim sizlere yazdığım mektuplar aslında. Ara ara içimi döküyorum bu yüzden. Kendi hayatımdan söz ederken benzer deneyimler yaşayanlarla buluştuğumu hissediyorum.
Korona günlerinden yazdığım bu mektupta kafamı en çok kurcalayan konu hakkında, insan olmanın anlamı üzerine hasbıhal etmekten başka seçeneğim yok. Eminim sizler de yeni baştan düşünüyorsunuz bu bilmece üzerine. Genel anlamda hayatı ve kişisel hayatlarımızı yeni baştan gözden geçirdiğimiz bir dönem yaşıyoruz şu sıralar.
Doğrusunu söylemek gerekirse ben eskisinden daha çok okuyup daha fazla film filan seyretmiyorum. Dünyadan gelen üzücü haberler ve her yanı saran kaygı etkiliyor konsantrasyonumu. Daha hafif şeyler yapmaya çalışıyorum bu nedenle.
Sosyal medyada paylaşılan son derece dramatik hikayeler dengemi bozuyor, kalbimi acıtıyor çoğu zaman. Bazı insanların tatlılığını, sevecenliğini ve direncini görmek de iyi geliyor tabii.
Bu kâbusun içinden çıktığımızda farklı bir dünyada ve farklı insanlar olarak bulacağız kendimizi. Hayat bize sıkı bir ders verecek ve sınavdan alacağımız not ruhsal ve bedensel direncimizle bağlantılı olacak daha çok da…
Bugün uzun zaman sonra market alışverişi için evden çıkınca dönüş yolunda çiçekler topladım yol kenarından. Sepete yerleştirdiğim meyvelerin renkleriyle mutlu oldum. Şimdi bu yazıyı yazıyorum ve yarın bunları okuduğunuzu hayal ediyorum. Başımıza ne gelirse gelsin içimizde hayata, doğaya ve insana karşı gerçek bir sevgi varsa kolay kolay yenik düşmeyiz. Güzel günler yakındır eminim.