Hayattaki hikayemiz ne olursa olsun o hikâyenin içinde nasıl durduğumuz önemli. Bütün kimliklerimizin dezavantajları ve avantajları ile bu hikâyeye nasıl bir yol çizdiğimiz önemli olan. Belki de tüm çoklu kimlikler içinde en ayrımcılığa uğrayanlara sahibiz; hepsi de lanet biçimde bir araya gelmiş. Bir tanıdığım var örneğin; Türkiye’de bir trans kadın, Kürt, Alevi ve komünist. Üstüne bir de yoksul. Ama burada konumlanmak da hayatta başka bir misyon yükleyebiliyor insana. Bir şiir dinletime gelmişti İstanbul’da. Oğlum bana güzel bir buket getirmişti. Oğlumun beni öpüp çiçeği vermesini izlediğinde ağladığını söylemişti. Kendisini reddeden annesini düşünmüş. Bizden çok farklı bir hikâyeye sahip biriyle ne derece empati yapabiliyoruz; emin değilim bundan. Ama hepimiz hor görülmenin, dışlanmanın, inkâr edilmenin, aşağılanmanın ne olduğunu biliriz farklı deneyimlerimizden. Bunları farklı düzlemlerde yaşamış olsak da anlayabiliriz bir başkasının neler yaşadığını.
Kendimizle öylesine meşgulüz ki; en mağdur, en talihsiz, en dertli kendimiziz sanıyoruz kimi zaman. Başkalarının hikayelerini işittiğimizde öyle olmadığını görüyoruz ama belleğimizde hayatımıza dair, kimselere anlatmadığımız, kendimize bile anlatmaktan çekindiğimiz öylesi kayıtlar oluyor ki onların kederi içinde boğulup hayatımızın avantajlı yanlarını göremiyoruz. Anılarımızın laneti ruhumuzu ve bedenimizi hastalandırmaya devam ediyor. Oysa hikayeler içinden bir hikâye yalnızca bizimkisi. Ben çok üzülen ve derdini bana tam da anlatmadığını düşündüğüm bazı arkadaşlarıma. “Her şey insana dair” derim. Bence sanat ve edebiyatın da en önemli işlevlerinden biri bu zaten. Sanatın bir işlevi bir misyonu olmamalı, bu ona zarar verir elbet. Bu onun kendiliğinden, özel dili ile yerine getirdiği bir iyilik aslında. Bunun farkına vardığım için yazının en değerli özelliğinin sahicilik olduğunu anladım. Ne kadar sahiciysen öylesine yakınsın insan bilmecesine. Bir anlatı oluştururken ne kadar sahici olabilirsin o başka bir mesele. O yüzden masallar ve rüya anlatımlarını daha çok seviyorum. Kurgu çeşitli nedenlerle gerçeğin kalbine daha yakın duruyor. İmgelerle, arketiplerle dilin sınırlarını aşıp anlatılması zor olana yaklaşabiliyorsun.
Kendimize dair anlatıları farklı detaylar seçerek bir oranda değiştirmemiz mümkün. Bir film yönetmeninin kurgu yapması gibi. Hasbelkader içine doğduğumuz kimlikler dışında kendimizin seçtiği kimlikler de söz konusu olabilir. Genelde içine doğduklarımızın mahkumuyuz ama. Doğduğumuz ülkelerden başka yerlere göç etsek bile Fikret Demirağ’ın şiirindeki gibi köklerimizde taşırız o topraktan parçaları. Kolektif belleklerimiz bizimle yolculuğa çıkarlar. Genlerimdeki kayıtlarla ihya olur ya da mustarip oluruz onlardan.
Biricik hayatlarımızla ne yapabileceğimiz büyük oranda bizim elimizde yine de. Hayatımızın başrolünde de yönetmen koltuğunda da biz varız. Elimizdeki malzeme ne olursa olsun harika bir şey yaratmamız mümkün ondan.
Heba olan bazı hayatları görmek içimi acıtıyor. Daha farklı olma olasılıklarını görebiliyorum oysa. Dışardan neyi görebiliyorsun mesele içerde, çok daha derinlerde diyebilirsiniz. Öyledir elbette ama insan olarak ortaklaştığımız pek çok hikâye var. Tiyatro, sinema oyuncuları içlerinde nasıl hem bir melek hem de bir şeytan bulup bunu yüzeye çıkartabiliyorlarsa bizim de içimizdeki olumlu karakteri öne çıkarabilmemiz mümkün.
Mahkûm psikolojisinden sıyrılıp hayatımızı değiştirmek için adım atabiliriz. Tut ki pek başarılı olamadık bunda, en azından denemiş olmanın onuru olacaktır kazançlarımız. Depresyondaki insan bir bardağı kaldırıp yan tarafa koymanın iyi geleceğini bilir ama bunu yapacak gücü ya da hevesi yoktur. Ülkelerimizde yaşadığımız kolektif depresyon halleri de budur. İyi geleceğini bilsek bile değişim için adım atmamızı engeller yenik düşmüş, umutsuz ruh hallerimiz. Oysa zafer hiç de sanıldığı kadar uzak ya da zor değildir. Kazanabiliriz, hem de bir başka kimlik grubana gol atarak değil birlikte kazanmaları hedefleyerek yapabiliriz bunu. Hayattaki kederli hikayelerimizi değiştirebiliriz. Farkında değiliz belki ama yazar biziz.