Nil Afacan
nilafacan1@gmail.com
Herkes bilir ki güzellik bütünüyle özeldir; toplum tarafından inşa edilir ve kadınları güçsüz bırakmanın bir yoludur.
(101 Ahlak İkilemi, Martin Cohen)
Dayatılmış Güzellik
Güzellik kavramı ve güzel olma arzusu asırlardır insanlığı ve özellikle de kadınları etkisi altına almıştır. Peki kimdir güzel olan? Nedir güzellik? TDK “göze ve kulağa hoş gelen, estetik bir zevk, coşku, hoşlanma duygusu uyandıran nitelik” olarak tanımlayıp işin içinden sıyrılsa da güzel olmak hiçbir zaman bu kadar masum bir “nitelik” olmamıştır. Aksine güzellik; özellikle 21. yüzyıl itibariyle katı kuralları olan, sağlıksız, gerçek dışı standartlara sahip, kadınlara dayatılan bir amaç hatta zorunluluktur. Bunun sebebi ise medyanın gün geçtikçe kadının nasıl görünmesi gerektiği konusunda söz sahibi bir konuma gelmesidir. Eğer ki kadın “olması gereken” in dışında ise medya ona mutlu ve yeterli olabilmesi, en önemlisi kabul görebilmesi için, tek yolun güzel olmaktan geçtiğini ilmek ilmek bilinçaltına işler. Güzelliğin asırlardır ilgi duyulan bir konu olduğunu söyledikten sonra bütün suçu nasıl olurda medyaya attığımı sorguluyor olabilirsiniz, size cevabım güzellik algısının her zaman var olduğu fakat sağlıksız ve gerçeklikten uzak halinin önce moda sektörü daha sonrasında medya tarafından şekillendirilip bütün dünyaya servis edildiğidir.
Kronolojik olarak değerlendirildiğinde güzellik algısının sürekli evrim geçirdiği, bazı yıllarda ise radikal değişimlere uğradığı açık ve nettir. Bu da aslında güzellik algısının fiziksel görünüşümüzü yargılamamız noktasında ne kadar güvenilmez bir ölçüt olduğunu gözler önüne sermektedir. Rönesans dönemine bakıldığında ironik bir şekilde günümüz tabiriyle kendini salmış bakımsız denebilecek; daha kilolu, ayva göbekli ve geniş kalçalı kadınlar yani dönemin saray kadınları güzel kabul edilir, imrenilirdi. 14-16. yüzyıla gelindiğinde ise şu an halen daha geçerliliğini koruyan “kum saati vücut ve ince bel makbuldür” anlayışının temelleri korseler ile birlikte olabilecek en acı şekilde atıldı. 1920’lere gelindiğinde ise androjen yani daha erkeksi ve kıvrımsız bir görüntü güzel olarak addediliyordu buna ulaşmak için ise bol kıyafetler tercih ediliyordu. Fakat bu algı 1930’lardan 50’lere kadar yerini feminen bir görüntüye kaptırdı. Geniş kalça ve göğüsler ince bel ile birlikte idealize edilirdi, en tanınmış örneği ise Marilyn Monroe idi. 1960’lara gelindiğinde aşırı ince, çocuksu bir görüntüye sahip İngiliz model Twiggy tacı devraldı ve “zayıf güzeldir” algısı ilk defa can buldu.
Her ne kadar bu 0 beden furyası 1970-80’lere gelindiğinde yerini aerobik ve fitness ile yükselen atletik vücutlara bıraksa da 1990’larda yeniden patlak verdi. Dönemin popüler mankeni Kate Moss gibi çelimsiz denebilecek kadar zayıf olmak tekrardan revaçtaydı buna soluk ten, belirgin kemik görüntüsü gibi oldukça sağlıksız idealler de eklenince 1990’ların güzellik algısı tamamlandı. 2000’lerden günümüze kadar bakıldığında, belli aralıklarla geçmişi domine eden “zayıf güzeldir” algısına karşı maalesef halen daha azınlık sayılabilecek bir topluluk tarafından tepki doğduğu, diğer bir kesim tarafından güncellenerek piyasaya sürüldüğü barizdir. Bu zayıflık takıntısının altında yatan asıl sebebi ise Naomi Wolf Güzellik Miti (The Beauty Myth) adlı kitabında “Kadının zayıflığına sabitlenmiş bir kültür, kadının güzelliğine değil itaatine takıntılıdır. Diyet yapmak kadınların tarihindeki en kuvvetli siyasi yatıştırıcıdır; sessizce deliren bir nüfus, uysal bir nüfustur” diyerek yüzümüze vurmuştur.
Her ne kadar son zamanlarda eleştirilmeye başlandıysa bile zayıflık idealinin etkisini yitirdiğini söylemek pek de mümkün değildir, artık güzel olan aşırı sıskalık değil “sağlıklı” zayıflıktır. Sağlıklı dediysem de öyle sıhhatli, fiziksel açıdan hiçbir hastalığı olmayan, yaşamını düzgün bir şekilde idame ettirebilecek kiloda olan her vücut bu tanımlamaya girmez. Eğer öyle yanlış bir algı yarattıysam hemen düzelteyim. Artık güzellik anlayışımız düz karın, ince bel, dolgun göğüsler, kalça ve thigh gap olarak adlandırılan üst bacaklar arasındaki boşluk, yani anlatırken bile kendi içerisinde çelişen “sağlıklı” zayıflık. İşin ilginç tarafı artan farkındalık ile beden olumlama gibi hareketler gündeme gelirken, yani insanların o dönemin geçici güzellik algısına göre belli bir kalıba sokulması eleştirilirken, halen daha gerçeklikten uzak anatomiye aykırı bir anlayışın “sağlıklı” adı altında gelişip yayılabiliyor olmasıdır. Peki kim sorumludur insanlığın, özellikle kadınların benliğine yapılmakta olan bu saldırıdan diye sorulduğunda benim cevabım belli, medya.
İdeal Kadına Ulaşmak
Elbette ki medyayı tek kötü ve suçlu ilan edemem. Hele ki ‘beden olumlama’ gibi hareketlerin dünya çapında gündeme gelmesini sağladıktan ve bir noktaya kadar güzellik anlayışının çirkin ve karanlık taraflarını ortaya çıkarmasından sonra. Asıl sorun, bize bu güzellik algısının ne kadar hastalıklı olduğunu anlatan haber bülteninden hemen sonra 15 dakika içerisinde defalarca karşımıza çıkan kilolu mutsuz kadının zayıflama çayıyla havalara uçtuğu, aynı şekilde x hapı/kremiyle yaşamın doğal akışına karşı gelerek gençleşen, hayatı aydınlanan, başarılı, hayran olunası, mükemmel kadın reklamlarıdır. Hele ki bu reklamlardan sonra başlayan sıfır beden, uyurken bile kusursuz görünen, asla çatlak, selülit, leke, sivilce gibi “bizim dertlerimizden” mustarip olmayan kadınlarla dolu dizilere ve daha nicesine ne demeli? İşte medya tam da burada, söylediği ve yaptığı tutarsız olduğu, kadınları ötekileştirmeye ve yalnızlaştırmaya ittiği için suçludur. Nasıl mı? O maruz kaldığımız görüntüler sonucu kendimizi o “ideal kadınlar”dan ayrıştırıyor, küçük, yetersiz ve sorunlu görüp “düzelebilmek” o rüya gibi hayatlara sahip olabilmek için kendimize savaş açıyoruz. İnsanlığın en büyük zaaflarından biri olan sevilme arzusundan faydalanan medya ve onun yarattığı güzellik algısı, bizi çeşitli yollarla mağlubiyete uğratıyor, mesela sosyal medya ve estetik operasyonlar yoluyla. Sosyal medya ilk ortaya çıkışında belki de sadece iletişim kurmak, sosyalleşmek, bilgi akışı sağlamak yani insanlığa hizmet etmek gibi amaçlara sahipken, şu an da hepimizin farkında olduğu gibi insanlığın kendisine hizmet ettiği bir platforma dönüştü.
Güzellik algısı sonucu kadınlar onaylandıklarının, sevilebilirliklerinin, güzel olup olmadıklarının ve maalesef ne kadar değerli olduklarının belirlenmesi için karar mercii olarak bir beğeni tuşuna tabi tutuluyor. Farkında bile olmadan bu manasız tuş ve yanında çıkan sayı sonucu kadınların nasıl güzel olabilecekleri onlara dikte ediliyor ve çıkan sonuçlar itibariyle kadınlar kısır bir döngüye itiliyor. Bu döngü onların yüzünün, kaşının, gözünün, saçının, kilosunun vb. bütün fiziki özelliklerinin belirlenmesinde ve değiştirilmesinde bilinçaltında büyük bir rol oynuyor. Böylece estetik operasyonlar kaçınılmaz oluyor.
Estetik operasyonların günümüzde daha önce hiç olmadığı kadar yaygınlaştığı ve kadınların tek tipleştiği su götürmez bir gerçek. Masumane müdahalelerle doğal bir görünüm elde etmek mümkün olsa da, diğer bazı doğallıktan uzak ürkütücü işlemleri normalleştirmemiz algı dayatması değildir de nedir? Son zamanlarda ideal olan badem göze ulaşmak için gözleri iplerle astırmak ya da aynı şekilde genç bir görüntü için saç diplerinden kesik oluşturup kaş askısı yaptırmak oldukça yaygınlaştı. Böyle anlatınca kim bunu kendisine neden yaptırsın diye sormamak işten bile değil. Fakat estetik endüstrisinin reklamcılığı ve sosyal medyanın büyülü ortamı el ele verince, güzellik algısıyla özdeşleşen beğenilirlik adına bu işlemler “doğal” oldu. “Kendine has bir güzelliği/havası var” diyebileceğimiz, güzellik algısına karşı direnen kadınlarımızın dayanmaya daha ne kadar mecali kaldı acaba?
Kültür mü Biyoloji mi?
Bu bahsettiğimiz güzellik algısının ete kemiğe bürünmüş halini yeme bozukluğu yaşayan kişilerde özellikle anoreksikler de içler acısı bir şekilde görmek mümkündür. Anoreksiyanın genetik bir temeli olduğunu savunan Scott-Van Zeeland ve arkadaşları 2013 yılında epoksit hidrolaz 2 geninin anoreksiklerle sağlıklı bireylerde farklılık gösterdiğini bulmuştur böylece bu gen tarafından kontrol edilen aynı isimli enzimin vücudun kolesterolü metabolize etmesinde bir bozukluğa ve dolayısıyla anoreksiyaya sebep olduğu ortaya konmuştur. Fakat çok daha çarpıcı olan ve günümüzdeki artan yeme bozukluklarının sebebini yansıtan Karayiplerdeki Curaçao Adasının yerlisi siyahi bir kadının vaka çalışması 2006’da Willemsen ve Hoek tarafından gerçekleştirildi. Daha önceden hiç anoreksiyanın tespit edilmediği bu adada büyük bedenli olmak istenilen ve değer verilen bir vücut tipiydi. Dolayısıyla vaka çalışmasının yapıldığı kadının eş bulabilmek amacıyla kilo aldığı fakat daha sonrasında bulduğu partneriyle olan ilişkisinde sorunlar yaşadığından çekiciliğini törpülemek ve ilişkiyi bitirmek için kilo verdiği gözlemlendi. Kadının Hollanda’ya göç etmesiyle oradaki kültürel ideal olan zayıf görüntüye ulaşabilmek ve topluma uyum sağlayabilmek için kilo vermeye devam ettiği ve sonunda anoreksiya nevroza hastalandığına yakalandığı belirlendi. Bu vaka çalışması sosyokültürel faktörlerin anoreksiyayla bağlantısını gösterse de güzellik algısının dünya çapında medya ve estetiklerle işleyiş mekanizmasına da ışık tutacak nitelikte.
Standartları sürekli değişen güzellik algısı her zaman var olmaya devam edecek. Belki ara sıra hortlayan zayıflık olarak belki de daha önce hiç görülmemiş bir vücut tipi ya da yepyeni bir burun, dudak şekliyle. Demem o ki, güzellik algısı bizi her ne kadar bir ütopyaya sürükleyip “ böyle olmalısın!” dese de biz kendi gerçekliğimizden ayrılmamalıyız. Çirkin ördek yavrusunun hikayesini bilirsiniz, şu an da tam olarak onun baş kahramanlığını üstleniyoruz. Dilerim bir gün hepimiz uğruna dışlandığımız, baskıya uğradığımız kimi zaman boyun eğdiğimiz güzellik algısından birer kuğu olduğumuzu fark ederek sıyrılır olduğumuz halimizle güzel olduğumuz gerçeğini kucaklarız.