Mete HATAY
Bazı mekanlar veya yerler vardır ki geçmişin izlerini taşırlar. Bir çeşit hafıza merkezi gibidirler, hatırlarlar ve hatırlatırlar.
Onları inşa edenleri, yakanları, yıkanları, sahip çıkanları, yok etmek isteyenleri, hep o çatlak yıkıntıların arasındaki bellek hücrelerinde saklarlar ve yıllar geçse bile unutturmazlar.
Şu veya bu nedenden dolayı, onları inşa eden ve kullananlar tarafından terk edilebilirler veya terk edilmek zorunda kalabilirler.
Öte yandan, bazı hallerde, nefret edilen Öteki’nin sembolleri olarak da algılanabilir ve devamlı surette eski bir düşmanı anımsatabilirler.
Doğrudur, bu tür viraneler ve harabeler, zamanla çevresinde yaşayanlar tarafından unutulabilirler veya fark edilmeyebilirler ve hatta görünmez hale bile dönüştürülebilirler.
Ama ansızın bir gün, dışarıdan gelen meraklı ve sorgulayan birileri, onları kolayca tekrar görünür hale getirebilir.
Belli durumlarda bu metruk yerlerin terk edilmişlikleri, yakılmış yıkılmışlıkları çevrelerinde bulunan insanları da etkileyebilir.
Bu etkileşim bazen olumlu bazen ise olumsuz yönde gerçekleşir. Mesela, harabelerin yakınlarında yaşayan kimi kişiler için vicdan, rahatsız eden ve sorgulayan bir ses gibi faaliyet göstererek, bu yerlerin nasıl olup da birer virane haline getirildiğini sorgulatabilir.
Geçmiş tecrübelerimiz bize, bu tür sorgulamalardan sonra bu mekanlara sahip çıkıldığını göstermektedir.
Tabii bellek gibi, vicdanın da harekete geçebilmesi için onu genellikle bir olayın veya bir sürecin tetiklemesi gerekir.
Mesela geçen yıl mülakat yaptığım, bir Kıbrıslı Türk bana, 2003 yılında sınır kapılarının açılmasından ve Rumların köylerini ziyaret edip evinin yanındaki kilisede mum yakmaya başladıklarından sonra, bu güne kadar umursamadıkları, görmezden geldikleri evlerinin yanındaki yıkık kiliseyi fark ettiklerini söylemişti.
Bu beyefendi, o günden sonra kilisenin tamir edilebilmesi için defalarca evkafa başvurmuş ama bu tamiratı yaptırmakta bugüne kadar başarısız olmuştur.
Öte yandan, birçoğumuzun bildiği gibi, toplumlarını böyle bir vicdani muhasebeyle karşı karşıya bırakmak istemeyen bazı resmi mercilerin, o binaları veya mekanları tamamen görünmez kılmak ve oraların birer hafıza ve bellek merkezi olarak çalışmalarını engellemek için bu tip yerleri, yerle bir etmekten bile kaçınmadıklarını görürüz.
Bu tip uygulamaların örneklerini her yerde görebiliriz. Mesela, Lozan’dan sonra, Balkanlar’da ve Yunanistan’da Müslümanlara ait mekanların birçoğu yerle bir edilmiş ve geriye çok az bir iz bırakılmıştı. Benzeri bir işlem Anadolu’da da uygulamaya sokulmuş ve 1915 Ermeni tehcirinden sonra, yüzlerce kilise ve mabet yok edilmiştir.
Tabii buradaki konumuz Kuzey Kıbrıs coğrafyasında bulunan ve buraları terk etmek zorunda kalmış Rumlara ve Ermenilere ait kültürel ve manevi mirastır.
Karpaz’dan Yeşilırmak’a kadar tüm KKTC coğrafyası onların geride bıraktığı birçok kültürel ve dini mekan ve nesnelerle doludur.
Maalesef, bu tip mirasla ilgili uygulamalara baktığımızda ise gerek devlet ve gerekse kamu vicdanının, halen daha yeterli bir şekilde devreye giremediğini görürüz.
Şöyle bir etrafımıza baktığımızda, tarihsel değeri olan beş on tane mekan haricinde, yüzlerce kilise ve mezarlığın hala daha savaş yıllarında ve ertesinde yaşadıkları şiddetin ve tahribatın izlerini taşıyan viraneler halinde bırakıldıklarını görürüz.
Tabii bu tip mekanlar, Kıbrıs Türk toplumunun büyük bir kesimi tarafından günlük hayatlarında yok sayılsalar bile, Kuzey’i ziyaret eden birçok yabancının sorularına mahzar olmaktan kurtulamamaktadırlar.
“Aman tanrım bu mezarlığın hali ne? Bu kiliseyi kim bu hale sokmuş? Niye bu kadar zamandır, bu mekanların restorasyonuyla ilgili hiç bir adım atılmadı?” gibi sorular, kuzeyi ziyaret eden yabancı diplomatlar ve gazetecilerin yanında sıradan turistler arasında bile devamlı surette dile getirilmektedir.
2004 yılında kurulmuş iki toplumlu kültürel miras komitesinin yoğun çabaları sonucu son zamanlarda bu tip kültürel mirasın korunması açısından bazı adımların atılmış olması tabii ki sevindiricidir ama maalesef hala daha işin başında olduğumuz da ayrı bir gerçektir.
Öte yandan, bazı hafıza merkezi kapsamına giren mekanların “negatif müze” özelliklerine sahip olduğu bilinmektedir.
Bu gibi müzeler belli dönemlerdeki şiddet, işkence, yıkım veya tecavüz gibi kötülükleri hatırlatma amacıyla düzenlenirler. Mesela bizdeki barbarlık Müzesi böyle bir “negatif müze” örneği olarak gösterilebilir.
Antropolog Lynn Meskell, bu tür hafıza merkezlerine dönüşmeye müsait mekanların siyasi elit tarafından iki şekilde ele alındığını iddia eder:
Çatışmalardan veya savaşlardan sonra bu tip yerler, ya olumlu didaktik anlamlar için mobilize edilebilirler (Auschwitz, Hiroshima, District 6 gibi) ve insanlığın bu mekanları ziyaret ederek geçmişte yapılan kötülükleri öğrenmesine veya geçmişle yüzleşmelerini sağlarlar, veya geçmişteki rejimlerin kötülüklerini sembolize ettikleri gerekçesiyle, toplum vicdanın ortak onayıyla, ortadan kaldırırlar (Nazi anıtları, Stalin heykelleri v.s.).
Tabii ki ideolojik anıtlar ve dini yapılar arasında büyük bir fark vardır. Birincisi devlet şiddetini simgeler, diğeri ise toplumların manevi değerlerini.
Kuzey Kıbrıs’taki savaş sonrası rehin kalmış ve bir şekilde hasar görmüş, tüm Rum ve Ermeni manevi mirasını, tamir ve rehabilite edip, toplumların yakınlaşmasına katkı koyar bir hale getiremezsek ve eskisi gibi yok saymaya devam edersek, tüm bu metruk viraneler ve mezarlıklar, birer hafıza merkezi gibi “negatif müze” olarak çalışmaya devam edecek ve sahiplerine ve uluslararası topluma her gün bizi ihbar edeceklerdir.
Toplumlararası ilişkileri de zehirleyen tüm bu harabe mezarlar, kiliseler, yakılmış yıkılmış halleriyle her gün önlerinden geçenlere (yerli veya yabancı) kendilerine, kimlerin neler yaptığını fısıldamakta ve onlara uygulanan şiddetin tüm detaylarını hatırlatmaktadırlar, aynen 1964 yılından beri bir hafıza merkezi olarak çalışan Barbarlık müzesindeki banyonun yapmakta olduğu gibi.
(Gazete360.com – Mete HATAY – 4.12.2013)