Sosyolog Ulrich Beck ‘Siyasallığın İcadı’ kitabına, ressam/sanat kuramcısı Vassily Kandinsky’nin “Ve..” başlıklı denemesine atıfta bulunarak giriş yapar. Bu denemesinde Kandinsky, 19. Yüzyıl-20.yüzyıl mukayesesinden hareketle, söz konusu dönemlere hangi sözcüğün damgasını vurduğunu araştırır. Yazarın henüz 20. yüzyılın başlarında (1927) yayınlanan bu denemesinde vardığı sonuç, 19. yüzyıla ‘ya-ya da’ sözcüğü damgasını vururken, 20. yüzyılda ‘ve’ sözcüğünün öne çıktığı biçimindedir. Ona göre 19. yüzyılın belirgin özellikleri “ayırma, uzmanlaşma, tek anlamlılığa ve dünyanın hesaplanabilir olmasına çabalamadır” 20. yüzyılda ise durum değişmektedir: “Yan yanalık, çokluk, belli belirsizlik, bağlamın ve bağlantılılığın sorgulanması, değişmece ve üçüncü yolu içerme deneyleri, bireşim(sentez), çift-değerlilik..”
Beck, Kandinsky’den hareketle 20. yüzyılı ve daha çok da yüzyılın sonunu “dünyamızın düzene elvedası, taşkın kaotikliği, beslediği iddialı birlik ümidi, kendini oluşturan ögeleri bir araya toplama konusundaki çaresizliği, sınırları ve sınırsızlığı, sınırlara ilişkin gitgide yayılan yanılsama ve bunun doğurduğu korku” diye özetleyerek, bu tablo karşısında ‘ya-ya da’ söylemi ve anlayışının içerdiği-önerdiği kesinlik iddiasının artık geçersizleştiği sonucunu çıkarmakta; ‘ya-ya da’nın sınırlamalarının ve kesinliklerinin ötesinde yeni tartışmaların, arayışların söz konusu olmaya başladığı hükmüne varmaktadır. Yine Beck’e göre bu döneme damgasını vuracak olan da “geçirgenliği ve kesin hatlardan yoksun oluşu” nedeniyle ilk anda korku yaratacak olsa da, belki tam da bu özellikleri ve küresel niteliği nedeniyle ‘ve’ sözcüğüdür artık. Bir başka ifade ile ‘Ve Çağı’, ‘Ya-Ya da Çağı’nı çözmekte ve onun yerine geçmektedir. Beck’in ‘ikinci modernlik’ dönemi olarak da nitelendirdiği bu yeni sürece yönelik olarak siyasal alanda yeni bir siyasallaşmanın (siyasalın) icadından (icadının gerekliliğinden) söz etmesi, önerilerde bulunması da, bu tespitlerinden kaynaklanmaktadır. Beck, bugünün giderek yabancılaşmış siyasal yapısının aşılması ve gündelik hayatın her alanında yeniden kurgulanması olarak ifade ettiği ‘siyasallığın icadı’nda, modern dönemle sonrası arasındaki zihniyet farklılığını ve bugünün dünyasına yönelik olarak bu farklılığı kuşatmaya ve anlamaya aday mucizevi ‘sözcük cücesi ve’nin işlevselliğinin neler olabileceğine dair, eleştirilere açık, açılımlarda bulunmaktadır.
Devam etmeden bu noktada belki Aydınlanma’ya kadar geri gitmek gerekecektir. Şundan: Aydınlanma hareketinin dinin elinden mutlakiyet kertesindeki gücünü aldığı; dünyayı, toplumsal olay ve olguları açıklamaya yönelik olarak ise aklı ve bilimi öne çıkardığı bilinmektedir. Bu farklılık birey düzlemine varacak kadar görece bir özgürleşme ve sorgulama yetisi sağlarken, modernitenin kendinden önceki dönemle arasındaki ciddi niteliksel değişimi de ifade etmektedir. Ancak bu değişimin giderek katı, tek boyutlu ve bütüncül bir mahiyet kazanması ve doğruyu (hakikati) mutlakiyet kertesinde inhisarına alması (Beck bunu ‘aydınlanmanın saptırılabilir niteliği’ olarak da açıklamaktadır), paradoksal olarak bu kez de akıl ve bilim adına, mutlak ve sorgulamadan uzak adeta yeni bir inanç sisteminin yaratılmasına neden olmaktadır. O kadar ki, tek anlamlılık Aydınlama’nın temel karakteristiği haline dönüşmekte ve doğruluğunu/haklılığını da (hakikatini de), karşıtını yaratarak ve bu karşıtlık üzerinden sağlamaya çalışır hale gelmektedir. Bu bağlamda modernizmin ideolojilerinin de dünyayı, olay ve olguları kendi totaliteleri içinde açıklama gayretleri ve sadece kendi totaliteleri ile sınırlı doğruluk-haklılık (hakikat) ısrarları, modernitenin ikili karşıtlıklar temelinde işleyen zihniyet dünyasının daha da kökleşmesine yol açmakta ve sonuç olarak yaşam karşısındaki duruş ‘ak-kara’ keskinliği ya da Kandinsky’nin ifade ettiği gibi ‘ya- ya da’ ikileminden birinin seçimiyle sınırlı kalmaktadır. Bir başka ifadeyle Aydınlanma’nın akıl ve bilim temelinde bireye sağladığı özgürlük, tek anlamlılık veya mutlak doğru (hakikat) çizgisinde giderek otoriterleşen bir mahiyet kazanmakta ve dahası bu tutum insanlık adına kimi büyük felaketlerin yaşanmasına da yol açmaktadır.
Kandinsky’nin ‘ya-ya da’ sözcükleriyle bir sınırlılık ve kes(k)inlik hali olarak karakterize etmeye çalıştığı 19. yüzyılın ardından, bu kez belirsizliğe açık ama bir o kadar da farklı kapılar açacak kadar geçirgen ‘ve’ sözcüğünü 20. yüzyıl için kullanması, ciddi bir öngörü olsa da, onun asıl işlevselliği 20.yüzyılın sonu için geçerli olacaktır. Ekonomik-siyasal-toplumsal ve kültürel farklılaşmalarla karakterize bu dönemsel ayrışmada; modernitenin ‘ya-ya da’ biçiminde ifadelendirilen ikili karşıtlıklar temelindeki bütüncül anlayışının, yeni dönemin çok parçalı -bu çok parçalılığı çok kimlikli, çok kültürlü, çok etnili, çok cemaatli, çok katmanlı diye uzatmak mümkün- yapısal dönüşümlerini anlamakta da açıklamakta da yetersiz kalması, kaçınılmaz biçiminde bu çokluğu karşılayabilecek çoklu bir duruşu gündeme getirecektir. Beck tam da burada artık ‘Ve Çağı’nın başladığını ifade ederken, bu iki harfli küçük sözcüğün içerdiği gücü ve gizemi de “bu yüzyılda ne kadar cinnet vakası varsa, hepsinin ‘ve’ bağlacının gizemini ortaya çıkarma görevinin aciliyetini vurguladığını görmek, insanı yatıştırıyor” diyerek açıklayacaktır.
Eğer böyleyse, yani ‘Ya-Ya da Çağı’nın sınırlılık ve kes(k)inlik döneminden ve onun zihniyet yapısından, ‘Ve Çağı’nın sınırsızlık ve belirsizlik ve kaotik dönemine ve onun zihniyet yapısına bir geçiş söz konusu ise, o zaman diyor Beck, geçmişten bugüne yaşanan yanılgıların ‘yeniden ve yeniden kanıtlanması, aklımızı başımıza toplamanın tek yoludur belki de. O’na göre ’ böyle bir durumda olaylara ve olgulara ‘kuşku’ duyarak bakmak, ‘insan ölçüsünde yeni bir yaşam biçiminin’ ve anlayışının keşfi için en etkili yol olmakta ve yaygın kanaatin aksine kuşkuculuk, sorgulamayı ve karşılıklı konuşmayı teşvik ettiği kadar, özgürleştirici karakteri nedeniyle de her şeyi yeniden mümkün kılmaktadır.
Beck bu kadarla da kalmamakta, Aydınlanma’nın filozofu Kant’ın bu hareketle özdeşleşen ünlü “sapere aude!” -kendi iradeni (aklını) kullanma yürekliliğini göster- talebinin yanlış okunduğunu, bu düsturun “Kendi kuşkunu kullanma yürekliliğini göster!” (üstelik vurgunun ‘kendi’ sözcüğü üzerine yapılması gerektiğini belirterek) biçiminde algılanması ve uygulanması gerektiğinin altını çizmektedir. Kuşkunun ‘bilisizlikten değil, daha fazla bilme, sorgulamaya devam etme saiklerinden kaynaklandığını’ belirterek, kuşkuyu es geçip ‘yeni kesinliklerde kaçış yolu arayan bütün eğilimlerin, modern, sanai türler de dâhil olmak üzere -bu ister pazarın, ister tekniğin, ister bilimin kesinliği olsun- başarısızlığa mahkûm’ olacaklarında ısrar etmektedir.
Şüphesizdir ki Kandinsky’in ve ondan mülhem Beck’in ’ve’ bağlacına atfettikleri önem ve onu ısrarla cümlenin bitimini ya da kes(k)inliğini belgeleyen ’nokta’nın yerine önermeleri, bir anlamda bitimsizliğe, sürekliliğe ve belirsizliğe aşırı prim vermek gibi de algılanmakta ve bu da bir yandan ‘red-kabul’ kolaycılığını önerenlerin tepkisini çekerken bir yandan da bu yaklaşımın giderek abartılı bir göreceliğe ve nihilizme varma suçlamalarını da beraberinde getirmektedir. Her ne kadar Beck kuşkuculuğu(nu) ‘çizgisel’ ve ‘düşünümsel’ kuşkuculuk diye ikili bir ayrıma tabi tutarak bu tür suçlamaları karşılamaya çalışsa da hayatın dinamik akışkanlığı karşısında bu tartışmaların kolayına bitmeyeceği de aşikârdır.
Nitekim bitmemiş, karakteristik özellikleri bakımından, 19.yüzyıl için ‘Ya..Ya da Çağı’, 20.yüzyıl için ‘Ve Çağı’ adlandırması söz konusu iken, dramatik alt üst oluşlarla başlayan, açığa çıkan yeni imkânlar ve fırsatlar çokluğuyla bir ‘Umut Çağı’ olması beklenen 21. Yüzyıl, an itibarıyla ‘Post-Truth Çağ’ olarak anılacağı bir mahiyete bürünmüştür. Bizatihî ‘hakikat’in kendisinin ‘yalan’ olarak yeniden inşa edilmesi -yaşanan gerçeklikten bilinçli bir vazgeçiş ve ötesinde yeni bir (sanal) gerçeklik halini alması- siyasetin de adeta tümden bir ‘yalan makinesi’ olarak işlevsellik kazanması ve dahası evrensel ölçekte giderek genişleyen bir karşılık bulması bu dönemin temel özellikleri olarak açığa çıkarken, bu durum yeni milenyumun ‘Umut Çağı’ olma beklentisini de boşa çıkarmıştır. ‘Hakikat’in önemini yitirmesinin düşünsel (felsefi) olarak ontolojik –ve de epistemolojik- sonuçlarına ilave, siyaset bağlamında hiçbir değer/ilke tanımayan, hamaset ve yalandan ibaret, irrasyonel bir popülizm ön almıştır. (Washington Post gazetesinin 14 Ekim 2019 tarihli nüshasında, günümüzde ‘post-truth siyasete örnek, sembol isim Trump’ın, 993 günde 13.435 adet yalan ve yanıltıcı beyanda bulunduğu haberi yer almaktadır) Trump’ta zirve yapan bu tavrın giderek yaygınlaşan bir lider tipolojisi ve onda tecessüm eden siyaset biçimi oluşturması ise, kaçınılmaz olarak “Hakikat ve siyaset nereye” sorusunu gündeme getirmekte; hakikat’ ve ‘siyaset üzerine düşünmeyi, bu zeminde açılım ve seçenek üretmeyi (Beck gibi söyleyecek olursak yeni bir ‘siyasallığın icadı’nı) zorunlu kılmaktadır.
11 Ekim 2020 tarihinde gerçekleşecek olan, pandemi koşulları nedeniyle daha çok sosyal medya üzerinden sürdürülen, vaat yüklü -yalanı bol- söylemlerin videolarda, panolarda sergilendiği Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi, dünyaya ait bu ‘hakikat-siyaset’ resmine bir kez daha bakmanın ve üzerine düşünmenin, ne kertede anlamı var bilmiyorum. Ancak, yine de evrensel ölçekte karşılığı olan bu sorunun, gerek şimdi Cumhurbaşkanı seçimini yaparken, gerekse daha sonrasında bizim için de geçerli olduğunu düşünüyorum:
“Hakikat ve siyaset nereye?”