Bu haftaki köşeyi, biraz da “Yarınki eyleme neden katılacağım?” sorusuna cevap vermek için yazıyorum. Çünkü ilkin bu soruyu kendi kendime sordum, cevabını aradım. Biraz garip bir durum olabilir. Fakat bence insan günlük hayatın akışı içerisinde karar alırken, eylemde bulunurken veya bir konuda adım atarken kendi kendisine bazı soruları sormalı.
Konuyu dağıtmadan sorumuza geri dönelim. Aslında bu sorunun ortaya çıkışının bazı dayanak noktaları var.
Bunlardan biri uzunca süredir yapılan birçok eylemin ve politik söylemin tepkiselliğin ötesine geçememesi, Kıbrıs Sorunu bağlamında gerçekleşenlerin ise artık inandırıcılığı kalmayan geleneksel resmi çözüm ezberini yeniden üretmesidir. Tepkiselliğin ve ezberlerin tekrarından öteye geçemeyen muhalefet biçimleri bir yandan zihinsel ve pratik tembelliği beslerken, diğer yandan da zihinsel tembelliğin kendisi bu tarzdaki muhalefet biçimlerinin daha da katılaşmasına ve potansiyelini yitirmesine neden oluyor.
Bir diğer mesele ise kriz anlarında merkez muhalefetin müesses nizamın çıkarlarına dokunmaksızın, makul ve ‘düzeni yeniden tesis etme amaçlı’ bir muhalefet sergilemesidir. Ve bir takım eylemlerinde ister istemez bu algı ile uyumlu olmasıdır. Müesses nizamdan neyi kast ediyoruz? Hükümeti mi? Hayır. Fakat hükümet ile birlikte hükümetin perdelediği, sermaye ve tahakküm odaklarını. Merkez muhalefet on yıllardır olduğu gibi muhalefet anlayışını hükümet odakları kapsamında geliştirdiği için müesses nizamı oluşturan sermaye grupları veya TC kaynaklı tahakküm odaklarına karşı bir irade gösteremiyor. Bu da çok anlaşılır bir şeydir. Çünkü merkez muhalefet de kendisini müesses nizamın dışında konumlandırmamakta, ait olduğu yeri tam da müesses nizamın ilişkiselliği içerisinde belirlemektedir. Burada sıkıntılı olan husus, özellikle kriz dönemlerinde bir muhalefet dalgasının makul ve düzen içi bir muhalefet olarak şekillendirmeye yönelik söylemler ve eylemlerdir.
***
Peki yarınki mitingi bu bağlam içerisinde değerlendirebilir miyiz? Elbet çok kasıntılı, ezberci ve indirgemeci bir tavırla böyle bir değerlendirme girişimi yapılabilir. Fakat bu ancak toplumsal muhalefetin içinde taşıdığı potansiyelleri, bilinemezlikleri, çeşitlilik ve farklılıkları da indirgemeci bir filtreden geçirmek olur. Uzatmadan, evet, yarınki miting bir ölçüde reaksiyoner, tepkisel ve halkın büyün bir kesiminin öfkeli oluşundan dolayı gerçekleştiriliyor. Tepkisellik veya öfkeli oluş anlaşılabilir ve harekete geçirici toplumsal/bireysel itkilerdir. Hatta Kıbrıslı Türklerin yaşama belirtisi verdiği, tahakkümlere karşı mücadele potansiyeli taşıdığı göstergelerdir. Ama sorun tepkiselliğin tepkisellikte kalması, öfkenin ise zamanla bir sonraki öfke nöbetlerine dek sönüp gidecek olmasıdır.
Peki yarınki eyleme neden katılıyorum? Eğer bunu bir eksiklik olarak tanımlayacak olursak (tepkisellik ve salt öfkeli olma durumu), tam da bu eksikliğin bizlere bir cevap bulma fırsatı sunduğu için.. O da toplumsal bir muhalefetin ancak ortak talepler ve hedefler zemininde şekillenebilecek oluşudur. İşte benim de eyleme katılacak olma nedenim, öfkeli oluşum (ki öfkeli hissetmiyorum) veya tepki gösterme istencim (ki böyle bir istencim de yok) değildir. Eyleme katılma motivasyonum ortak talep ve hedefler üzerinden kolektif bir muhalefet inşasına dair taraf olmamdır. Bu ortak hedef ve talep de tüm emek ve muhalif güçlerin farklılıklarına rağmen üzerinde ortaklaşabileceklerini düşündüğüm servet vergisi ve asgari ücretin en düşük kamu maaşına sabitlenmesi talebidir.
***
Servet vergisi talebini uzunca bir süredir Bağımsızlık Yolu’nun dillendirdiğini biliyoruz. Bağımsızlık Yolu’yla birlikte bazı sendikalar ve siyasi yapılar da servet vergisi talebini savunmakta, sık sık gündeme getirmekte. Fakat sık sık gündeme gelmesine ve birçok yapı-örgüt-partinin de söylemlerinin bir parçası haline gelmesine rağmen, servet vergisi odağında genel ve kapsamlı bir mücadelede ortaklaşılmadığını gözlemliyoruz. Halbuki servet vergisi gibi emek ve yaşam odaklı bir talep muhalif kesimlerin kolayca ortaklaşabilecekleri, bunun üzerinden bir mücadele inşa edebilecekleri bir talep olmalıydı, olabilir. Gönül isterdi ki yarınki mitinge liderlik yapan kesimler servet vergisi, asgari ücret ve hayat pahalılığının daha kısa aralıklarla ödenmesi odağında net hedefler ve talepler geliştirseydi. Fakat eylemin saati dahi göz önüne alındığında pratikte özel sektör emekçilerinin sendikal liderlikler tarafından çok da düşünülmediğini ifade edebiliriz.
Soyut söylemler ve ezber sloganların toplumsal öfkeyi kurucu bir muhalefet zeminine taşımayacağına yıllardır deneyimleyerek şahit oluyoruz. Yarınki eylemin liderliği de bu döngüden kurtulabilmiş değil. Fakat tabandan, sıradan insanlardan ve her gün çalıştıkça yoksullaşan emekçilerden yükselecek olan servet vergisi talebini önemsiyorum. Peki eyleme neden katılacağım? Basit bir özel sektör emekçisi olarak servet vergisi mücadelesini önemsediğim ve kendi toplumsal konumum/sınıfım (güvencesizler/prekarya) için yol gösterici bir mücadele talebi olduğu için katılacağım.
***
Servet vergisi mücadelesi hem sendikal/emek hareketi için hem de solda yeni ve anlamlı işbirliklerinin, birlikteliklerin gelişmesi için önemli ve güçlü bir potansiyeli barındırıyor. 2010-2012 yılları arasında gerçekleştirilen toplumsal varoluş mitinglerine dönüp baktığımızda iki şeyi net olarak görürüz. Bunlardan ilki tepkisellikle, ikincisi ise ortaklaşabilecek net ve somut ama aynı zamanda hayata geçirilebilecek talepler olmaksızın toplumsal hareketlerin başarıya ulaşamayacağıdır. 2010-2012 tarihlerinde kültürel ve kimlik odaklı huzursuzluklar baskındı, bugün ise demokratik, sınıfsal, ekonomik ve emek odaklı huzursuzluklar. 2010-2012, yankıları yıllar sürecek toplumsal nevrozları açığa çıkarttı. Şimdi 2020’li yıllarda yeni bir nevrotik döngüden kaçınmanın tek çıkar yolu dümeni sınıf mücadelesine çevirmektir.