Niyazi Kızılyürek
Kimliklerin etkileşim ve iletişim ortamlarında kurulduğunu ve dönüşüme uğradığını biliyoruz. Bu yüzden tarih içinde sabit bir “Biz”den söz edemeyiz. Zamanla değişen farklı “Biz” algısı ve performansları vardır. Hiçbir topluluk 18.yüzyılda sergilediği “Biz” hallerini 21.yüzyıla kadar aynen taşımamıştır. Değişen “Biz” algıları verili koşullara göre yeniden oluşur, oluşturulur. Kim olduğumuz sorusu, eylediğimiz ve diğerleri tarafından etkilendiğimiz bir toplumsal ve siyasal arenada sürekli olarak dönüşüme uğrar.
Kıbrıs Türk toplumunun modern zamanlarda “Biz” oluşturma süreci somut bir bağlamda gerçekleşti. Bu süreç, Kıbrıs modernitesinin iklimi içinde oluşan öznel-arası ilişkiler ve gerilimler ile Türk milliyetçiliğinin etkisi altında yaşandı. Geleneksel toplum modern bir “siyasi özne”, yani egemenlik icra eden yurttaşlar toplumu olmaya doğru yol alırken Kıbrıs modernitesinden kaynaklı meydan okumalarla karşı karşıya kaldı. Bu meydan okumaların başında, “varoluş tehdidi” algısı geliyordu. Dinamik Kıbrıs Rum toplumunun Enosis seferberliği ve modernleşme süreçlerini belirleyen üstünlüğü Kıbrıs’ta yaşayan Müslüman Türkleri zaman içinde “Kıbrıslı Türklere” dönüştürdü. Kısacası, Kıbrıslı-Türklerin oluşturduğu “Biz” algısı, her kolektif kimlik gibi, etkileşim, iletişim ve gerilim süreçleri içinde kurulurken, “Önemli-Ötekine” itiraza dayalı bir bağlamda şekillendi. Bu süreçte “onların” etkisi haliyle büyük oldu. Bir anlamda “onlara” karşı “Biz” oluştu. Bu sürecin itici gücü korku faktörüydü. Mütemadiyen Korku, “kendine özgül” olana sarılmayı beraberinde getirdi. Bu da kendini fetişleştirmeye ve kendine kapanışa yol açtı. Kıbrıs Türk toplumu tehdit karşısında kendi içine dönen organik bir toplum haline geldi. Burada siyasi ve etnik şiddetin kurucu işlevini göz ardı edemeyiz. Kendi içine kapanan toplumda demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk gibi evrensel değerler üstünden düşünme ve tikelliği evrenselliğe eklemleme çabası gelişmedi. Aslolan toplumun kendisini korumasıydı. Bu durum, modern Kıbrıs Türk kimliğinin kuruluş aşamasında etnisiteyi fetişleştirmeye yol açtı. Modernitenin meydan okumaları karşısında etnik bir mahpushane (Taksim) içine girerek kurtuluş aramak, partiküller özelliklerin partikülarist bir yaklaşımla ele alınmasına yol açtı. Bu süreçte “biz olmak” savunmacı bir kimlik performansı olarak yaşandı. Hayata müdahale eden, müdahil olan değil, hayat karşısında müdafaa eden bir duruşa yol açtı. Madunluk konumu ön plana çıktı. Bu süreçte ortaya konan homojenize edici “Biz” farklı tikelliklerin kendilerini ifade etmesine olanak sağlayan çoğulcu bir anlayıştan uzaktı. Çeşitliliğe fırsat tanınmıyordu. Örneğin, bu süreçte solcular dışlandıkları gibi, şiddete de maruz kaldılar.
Bu dönemde oluşan Kıbrıslı Türklük sentezinin ‘Kıbrıslı’ boyutu adanın Helen olmasına itirazdan beslenen bir karşı koyuşun kimliğiydi. ‘Türk’ boyutu ise Helen milliyetçiliği karşısında Türk milliyetçiliğinin kimlik atfedici etkisinden besleniyordu. İlginçtir, o dönemde Türk milliyetçiliği paradoks bir biçimde ve istemeden de olsa Kıbrıslı Türklerin “Kıbrıslılık” boyutunu güçlendiriyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin stratejik çıkarları bu yönde bir işlev görüyordu. Burayı biraz açalım:
Yakın tarihte Türkiye Kıbrıs’ta hak iddia ederken “Kıbrıslı Türklerin” varlığına işaret ediyordu. Kıbrıs’ta Kıbrıslı Rumlar gibi “Kıbrıslı Türkler” de var olduğu için ada “Helen” adası sayılamazdı. Kıbrıslı Türklerin toplum olarak güçlü olmaları haliyle çok önemliydi. Kıbrıs’ta bir azınlık olarak “Türkler” yaşadığı için değil, “Kıbrıslı Türkler” yaşadığı için Enosis engellenebilirdi. Yani, Kıbrıs ülkesinde egemenlik icra eden, egemenliğin icra edilmesine ortak olan bir toplum… Enosis’i engellemek için “Soydaş Türklerin” Kıbrıslı Türk Yurttaşlar olması, yani, ülkenin yönetimine katılmaları ve egemenlik icra etmeleri çok önemseniyordu. Nitekim “Soydaş Türkler” 1960 yılında Kıbrıs ülkesinin yurttaşı Kıbrıslı Türkler oldular. Türkiye bu gelişmeyi hararetle destekliyordu. Çünkü bu, Enosis’e karşı alınan en önemli önlemdi.
Kısacası, Kıbrıs’ta Türk milliyetçiliği paradoks bir görünüm çiziyordu. Bir yandan Kıbrıs’ta yaşayan “Türk kökenli” insanları Türk ulusunun parçası sayıyor, diğer yandan da “Türk kökenli” insanların devlet yönetimine katılmalarını, yani, işlevsel de olsa “Kıbrıslılaşmalarını” savunuyordu. Hatta radikal Türk milliyetçileri tam da bu nedenle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşamasını istemiyorlardı. Örneğin TMT kadroları Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kalıcı olmamasını isterken öne sürdükleri gerekçelerden biri de Kıbrıslı Türklerin “Kıbrıslılaşacağı” yani, devletle özdeşleşeceği korkusu idi.
Bu süreç, 1974’le başlayan yeni dönemde sona erdi ve Türk milliyetçiliği Kıbrıs’ta tikel kimlikli Türklerden oluşan bir “biz” duygusunun oluşması için sosyal mühendisliğe yöneldi. Yani, Kıbrıs (Kuzey) “Türk” olunca, Kıbrıslı Türklerin “Kıbrıslı” olması gereksiz sayıldı ve Kuzey Kıbrıs “Türklerin diyarı” olarak “mekan-düzenlemesine” tabi tutuldu. 1974 sonrasında Türk milliyetçiliğinin hegemonik söylemi karşısında yeniden kimliğine bakmaya başlayan Kıbrıs Türk toplumu ise yeni bir varoluş mücadelesine sürüklendi. Bu noktada karşı karşıya gelinen en büyük sorun, Türkiye’nin askeri, ekonomik, kültürel, demografik ağırlığı karşısında Kıbrıslı Türklerin ayrı bir entite olarak “görünmez” kılınmalarıdır. Kıbrıs Türk toplumunda Kimlik Tartışmalarının 1974 sonrasında başlaması tesadüf değildir. Bu aslında bir “Görünme” ve “Tanınma” talebinden başka bir şey değildir.
Zygmund Baumann, “nerede kimlikten söz edilirse, orada mutlaka bir kavga vardır” diyor. Bu deyiş Kıbrıslı Türkler için de geçerlidir. Kıbrıslı Türkler kimlikten söz ediyorlarsa, ortada bir kavga var demektir. Peki, günümüzde bu nasıl bir kavgadır, neyin kavgasıdır?
Öncelikle şunu söylemeliyim: Kıbrıs Türk toplumunun yaşadığı en derin duygu bir siyasi entite olarak adada tarihsel varlığının sona ermek üzere olduğu duygusudur. Bu endişenin kimliğe yansımaması mümkün değildir. Fakat burada özcü bir “kimlik saplantısından” söz edemeyiz. “Kıbrıslılık güzeldir” gibi mikro-milliyetçi eğilimler olsa da Kıbrıslı Türkler kendilerini üç ayrı kimlik kategorisi üstünden tanımlamaktadırlar: en büyük grupta kendilerini her şeyden önce “Kıbrıslı Türk” olarak görenler vardır. Diğer iki grupta kendilerini “Türk” ve “Kıbrıslı” olarak tanımlayanlar vardır. Bu verilerden de anlaşılacağı gibi, “Kıbrıslılık” başat kimlik değildir, “Kıbrıslı Türklük” ön plandadır. Bu durumda sorun bazılarının ileri sürdüğü gibi “Kıbrıslı kimliğinden duyulan gurur” filan değil, “Kıbrıslı Türklük” kimliğinin ne türden gerilimler yaşadığıdır.
Kıbrıslı-Türklük kavramı bir sentez kavramıdır. Etnik köken ve yurt algısıyla harmanlanan bir sentez… Bu sentezde “Türklük” dil, kültür vs.ye işaret ederken “Kıbrıslılık” Kıbrıs’a yurt olarak duyulan bağlılığı gösteriyor. Günümüzde Kıbrıslı Türk kimliğini oluşturan bu iki boyut ciddi saldırı ve meydan okumayla karşı karşıyadır. Kıbrıslı-Türklük sentezinin “Türklük” boyutu, özcü Türk milliyetçiliğinin baskı ve saldırısına hedef olmaktadır. Türk milliyetçiliği kendi tanımladığı “Türklük” kavramını Kıbrıslı Türklere dayatmak istiyor ve bir tür “aynılaştırma” mücadelesi veriyor. “Türklükten” anlaşılan ister “Türk-İslam” sentezi, isterse “Laik-Türklük” algısı olsun, bu Kıbrıslı Türklere aynen dayatılmak isteniyor. Oysa Kıbrıslı Türklük kavramının “Türklük” boyutu Türk milliyetçiliğinin “Türklük” anlayışından farklıdır. Durumsallık üstünden bir okuma yaparak özcü kimlik okumalarını bir kenara bırakırsak, Kıbrıslı-Türklük sentezindeki “Türklük” boyutunun Türkiye’dekinden çok daha farklı bir ortamda şekillendiğini söyleyebiliriz. Fakat bu farklılık Türk milliyetçiliği tarafından tanınmadığı gibi, aşağılanmaktadır da. İster Laik-Kemalist cenahta olsun, isterse mukaddesatçı-milliyetçi cenahta olsun, Kıbrıslı Türklerin “Türklüğü” hep sorgulana gelmiştir.
Kıbrıslı-Türklüğün vatandaşlık boyutuna bakacak olursak, burada da çok ciddi sorunlar yaşandığını görürüz. Her şeyden önce Kıbrıslı Türk vatandaşlar arasında yaşadıkları topraklarda egemen olmadıkları duygusu yaygın bir duygudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal, söylemsel ve sembolik ağırlığı Kıbrıslı Türkleri aktif vatandaşlık icra eden bir toplum olmaktan çıkarmakta ve “soydaşlık” kavramı ve rolü içine hapsetmektedir. İtfaiyesini bile yönetemeyen bir toplumda vatandaşlıktan söz etmek gülünç olur.
Bir diğer sorun ise mekansal yabancılaşmadır. Kıbrıslı Türkler yaşadıkları coğrafyaya zaten yabancıydılar. Geçen on yıllar içinde yaşadıkları bu yabancı mekanı yaşanmışlıklarıyla az çok bir yurt duygusu katmış oldukları var sayılabilir. Ne var ki, bu coğrafyada her şey süratle değişiyor, hem de başkaları tarafından değiştiriliyor. Yaşadıkları yerler kendi katkıları olmadan ve kendi iradelerine rağmen değiştirildiğinden kendilerini bu mekanda giderek “yabancı” olarak hissediyorlar. Bu, insanın kendi yapmadığı yasalara göre yaşaması gibi bir şeydir.
Bir diğer önemli sorun Kuzey Kıbrıs’taki nüfus yapısıdır. Kuzey Kıbrıs sayısını hiç kimsenin tam olarak bilmediği bir nüfusa ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye’den gelip adaya yerleşenlerin sayısı bilinmediği gibi, ‘Gelen Türk, Giden Türk’ denilerek bu nüfus akışına ideolojik bir kılıf uyduruluyor ve ‘soydaşların birliğinden’ söz ediliyor. Oysa ‘soydaşların’ sayısı arttıkça, ‘yurttaş’ olma iddiasında olanlarla ‘soydaşlar’ arasında sorun yaşanacağı aşikardır. Sadece milliyetçi hamaset yapıp sosyo-ekonomik-kültürel olguları göz ardı ederseniz, uyumlu bir nüfus yapısı oluşturamazsınız. Nitekim zamanla birbirine karşı önyargılı davranan nüfus grupları ortaya çıktı. Kıbrıslı Türklerin (Türkiye’nin Beyaz Türkleri gibi) Oryantalist bir damarı olduğu kesindir. Öte yandan, Kıbrıs’a çalışmak ve yaşamak üzere gelen Türkiyeli nüfusun örneğin, Almanya’ya gittiği gibi gitmediği de bir vakıadır. Fetihçi zihniyeti içselleştirerek kendini “ulusun kan akıtarak ele geçirdiği topraklara” gitmiş sayanların sayısı hiç de az değildir. Bu yaklaşım içinde olanlar Kıbrıslı Türklerin “yurt-hakkını” sorguluyor, aslında bu hakkı inkar ediyorlar. Bu yaygın anlayış elbette Türk milliyetçiliğinin bir ürünüdür ve sorun, yani, kavga da buradan kaynaklanmaktadır.
Kısacası, günümüzde Kuzey Kıbrıs her şeyiyle Küçük-Türkiye olarak yeniden yapılandırılmaktadır. Kuzey Kıbrıs artık sadece generallerin “güvenlik” gerekçeli söylemleri çerçevesinde “koruma altına” aldıkları bir yer değildir. Türk milliyetçiliğinin hegemonik söylemi altında nüfusu, sermayesi ve kültürü ile Türkiye’nin yerleştiği bir alana dönüştü. Bu süreci iyice hızlandıran II. ve III. AKP Hükümetleri Kimlik-Temelli bir gerekçelendirme sunuyor ve hepimizin “Osmanlı’nın Müslüman-Türk” çocukları olduğumuzu ileri sürüyor. “Kıbrıslı-Türklük” gibi bir kimliğin varlığını bile kabul etmiyor. Kavga ve gerilim buradan kaynaklanıyor.
Özetleyecek olursak, Kıbrıs Türk toplumunda bugün yaşanan sorunların temelinde Türk milliyetçiliğinin “kimlik” ve “vatan” algısı yer almaktadır. Buna göre, düne kadar “Yavru Vatan” olarak görülen Kıbrıs şimdi fiilen “Küçük-Türkiye” olurken, Kıbrıslı Türkler de sadece “Müslüman-Türk-soydaşlar” olarak tanımlanıyorlar. Bu dayatmayı görmezden gelirsek -Türkiye’de solcuların ve aydınların büyük çoğunluğu maalesef bu durumu görmezden geliyorlar- o zaman kendine “Kıbrıslı” diyen ve “ırkçı bir saplantı” içinde Türkiye kökenli insanları “ötekileştiren” Kıbrıslı Türklerden söz ederiz ki, bu gerçekleri yansıtmadığı gibi, tam bir çarpıtma anlamına gelir.
Buraya kadar aktardıklarımız (dünyada ezilen halklar ve baskı altında tutulan toplumsal kesimler hariç, kimlikten en çok milliyetçiler söz ederken, örneğin Avrupa’da yükselen milliyetçi akımlar pür “Biz”i tanımlamaya çalışırken veya Fransa’da olduğu gibi “Milli Kimlik Bakanlığı” kurulurken) Kıbrıs’ta tarihsel olarak “Biz” meselesine neden daha çok solcuların el attığını anlamamıza yardımcı olabilir.
* Işık Kitabevi 24. Kitap Fuarı’nda yapılan konuşmanın metnidir.
-Devam edecek-