Simge Çerkezoğlu
Türkiye’nin en önemli yazarlarından biri Hasan Ali Toptaş… Onu okumak, gölgeli bir geçmişi anlamak, yalnız bir geleceği kucaklamak gibi… Işık Kitabevi, 30. Kitap Fuarını, Hasan Ali Toptaş’la taçlandırdı. Mütevazı kişiliği, mahcup halleriyle, çok yakından tanıdığım ama hiç tanışmadığım Hasan Ali Toptaş’la geçen zaman kıymetliydi, sayfalar onu anlatmaya yetmedi.
“BAŞLANGIÇTA YAZMA AMACIM KELİMELERİN ARASINA SAKLANMAK İÇİNDİ”
Toptaş her ne kadar ilk kitabını 1987 yılında yazmış olsa da, okurlarla buluşması 1994 yılına, ‘Gölgesizler’ romanına uzanıyor. Yunus Nadi Roman Ödülünü aldıktan sonra okurla buluştuğunu, bu romanın hayatının dönüm noktası olduğunu biliyordum ama bu günlere gelmek için hayatı adeta ilmek ilmek dokuduğunu samimiyetle kendisinden dinliyorum.
“Başlangıçta yazma amacım kelimelerin arasına saklanmak içindi. Yazmaya on iki, on üç yaşlarımda kasaba bakkalından defter alarak roman yazacağım diye başladım. Beni yazmaya iten, kelimelerin arasına saklanmama neden olansa başımın arkasındaki yaraydı. Sekiz yaşındayken başımın arkasında çıkan bu yara nedeniyle o bölgede saçım çıkmıyordu. Bundan çok utanır, sokağa bile çıkmak istemezdim. Bu utançtan dolayı kendimi bir yere gizlemeye çalışırken, maceranın beni getirdiği yer kelimelerin arası oldu. Elbette yazma eylemim sırf bu amacı taşımıyordu. Daha sonra buna başka amaçlar eklendi. Yazdığım dört kitaptan sonra ancak 1994 yılında Yunus Nadi Roman Ödülünü alan Gölgesizler romanımla daha fazla okura ulaştım. Bunun nedeni sanırım o zamanın şartlarıyla ilgiliydi. Yayınevi, edebiyat dergisi çok azdı. İnternet yoktu. Yayınevlerine metinlerimizi gönderirken postaneye gidip, sarı zarfa pulu yapıştırıp öyle gönderirdik. Şimdi bir tuş hareketiyle bunu yapabiliyoruz. Bir de belki geldiğim yerin de bunda payı var. Köyden geliyor oluşumun, köy çocuğu olmamın da tüm bunlarda etkisi olabilir diye düşünüyorum.”
Sanırım hayatta her şey bir hayalle başlıyor. Toptaş’ın öyküsü de bunu doğruluyor. Gölgesizlerden önceki dönemi “biraz hayali” olarak tanımlayan yazar, hayallerinden yola çıkarak, Türk edebiyatının en güçlü yazarlarının yanına varıyor. Kitapları sadece Türkçe dilinde değil, farklı dillerden okurlarla da buluşuyor.
“O yıllarda tüm yayınevleri İstanbul’daydı. Orada bir yazarın kitabının çıkması, edebiyat dünyasına intikal etmek demekti. Tabii şimdi bu söylediklerimin bir anlamı yok ama o yıllarda çok anlamlıydı. 1994 yılında daktilo edilmiş, dosya halindeki ‘Gölgesizler’ romanımla ödülümü aldım. 1995 yılında ise ilk basımı yapıldı. Böylece okurlar tarafından bilinmeye başladım. Zaten ilk iki kitabımı kendi paramla basmıştım. Edebiyat dünyasının da bir gerçeği var tabii. Dağıtımı, reklamı, kitapevlerine ulaşması… Benim bastığım kitaplar hiçbir yere ulaşmadı. Arabanın bagajına atıp eve getirdiğimi, evde de kanepelerin altına koyup yıllarca orada durduklarını söylemeliyim. Okura ulaşması imkânsızdı, dağıtım ağına bile katılamamıştı. Kitabın üzerinde prosedür gereği bir yayınevi adı vardı ama yayınevinin bürosu bile yoktu. Her şey biraz hayaliydi.”
“YAZDIKÇA YALNIZLAŞIRSIN”
Hasan Ali Toptaş’ı okumak için neden çoktur. Benzersiz dili, Türkçeyi ustalıkla kullanması bunun en öne çıkanları olsa da benim içinse esas olan yalnızlıkla hiç bitmeyen imtihanıdır. Yalnızlığın anlaşılmayan kör noktalarını, anlamlandırmaya çalışmasıdır. Sanırım o da bunun farkında ki, insan bir başkasında kendini okur ve okunanlar yalnızlıktır, diyor…
“Yalnızlıklar isimli kitabımda söylemiştim insan bir başkasında kendini okur ve okunanlar yalnızlıktır diye. Yalnızlık yazar ve okur bunu iki anlamda düşünmek lazım. Yalnızlık kişiye dönüşür. Okur da yazar da aslında birer yalnızlıktır. Aslında hepimizin yaşadığı budur. İçinde bulunduğumuz dünyaya katlanamadığımız için şiire, romana, şarkıya, türküye resme sığınıyoruz. Onlar da olmasa ne yapardık. Aslında her insan yalnızdır. Her insanın yalnızlığı büyüktür. Yazmak biraz da yalnızlığı genişletme çabasıdır. Yazdıkça yalnızlaşırsın. Yazıya başlarken yalnızsın, bitirdiğinde daha da yalnız. Yazdıkça hem dünyayı daha iyi anlıyorsunuz hem de kendi ruhunuzun alt tabakalarında kazı yapmış oluyorsunuz, böylece kendinizi de daha iyi anlıyorsunuz. Bu da daha yalnız olmanıza yol açan bir şey. Bir de ben yapım gereği kalabalıklardan korkan biriyim. Stadyuma giremem. Otobüs terminallerinde, tren istasyonlarında telaşlanırım. Arkadaşlarım hatta benim için ev kuşu, oda böceği der. Ben kalemimle kâğıdımla mutlu olan, duvarların arasında mutlu yaşayan biriyim. Hep de öyleydim.”
‘Gölgesizler’ romanı tüm Hasan Ali Toptaş romanlarından farklı olarak bana çokça Kıbrıs’ı, Kıbrıslıları anımsatan bir roman. Nereye ait olduğunu bilememe, hep bir gitme arzusuyla yaşamanın romanı. Kıbrıs’a ilk kez geldiğini öğrenince, ruh halimizi bu denli anlıyor oluşu beni şaşırtıyor. Bu noktada edebiyatın ve yazarın hakkını teslim etmem gerektiğini hissediyorum.
“Kıbrıs’a daha önce hiç gelmedim. Adaya dair çok bilgim yok. Ben batı Anadolu’da bir kasabada doğdum. Oraları, oradaki köyleri düşünerek ‘Gölgesizler’ romanımı yazdım. Sanatın bir refleksi var. Ben orayı yazdım ama sizde bu duyguları canlandırdım. Edip Cansever söyleşilerinin birinde der ki, masayı iyice tanımlarsanız, verdiğiniz bilgilerden yola çıkarak okur sadece o masayı hayal etmek zorunda kalır. Masayı tanımsız bırakın, o zaman her okur kendi evindeki masayı hayal eder. Benim yaptığım da biraz böyle bir şey sanırım.”
“ROMANA BİLGİYLE BAŞLANIR AMA SEZGİYLE TAMAMLANIR”
Hasan Ali Toptaş daha önceki röportajlarından birinde romanın tam bir bilgisizlikle yazıldığını söylüyor. İnsanın iki tür bilgisizliği olduğunu, bunları da kalınmış ve varılmış bilgisizlik sözleriyle ifade ediyor. Bize bildikçe aslında ne kadar az bildiğimizi farkına varışımızı anlatıyor.
“Hakikaten bilgiyle sanat yapılamayacağını düşünüyorum. Bilgiyle ayakkabı, çanta, mimari bir eser yapılır çünkü bunlar hesaba dayalıdır. Ama sanat bu şekilde olmaz. Sanat sezgiyle olur. Sanat bilgiyle yapılabilseydi güzel sanatlar fakültesinde, resim bölümünden mezun olan herkes ressam olurdu. Elbette bilgi önemli, yanlış anlaşılmasın bilgiyi hor görmüyorum. Bilgi gerekli de. Bilgisizliği oluşturan varılmış bilgisizliğe varmak; bilgi arazisini adım adım geçerek mümkün oluyor. Roman sanatında bu güne kadar romana dair yazılmış ne varsa bilelim ama bu bilgileri edindikten sonra unutalım diyorum. İşte o zaman varılmış bilgisizliğe ulaşacağız. Bilgi zihnimizde buhara dönüşecek, yazdığımız cümleler bu buharın içinden geçecek, bir şekilde bilgiyle harmanlanmış olacak. Kalınmış bilgisizlikte ise ben ne kadar ileri gidersek gidelim, hayatımız boyunca kendimizde keşfedemediğimiz noktaların kalacağını düşünüyorum. İşte içimizdeki o noktaların toplamı da kalınmış bilgisizlik oluyor. Kalınmış bilgisizlik asla fark edemeyeceğimiz noktalarımızdır. Milan Kundera der ki; romanlarından daha akıllı olduğunu düşünen yazarlar, hemen meslek değiştirmelidirler. Bu söz, bir romanın aslında yazarından daha akıllı olduğuyla ilgili… Yine edebiyatın bilgiyle mümkün olmayacağına noktasına geliyor. Roman yazmaya bilgiyle başlanabilir, bilgi bizi cesaretli kılabilir ama bir roman sezgiyle tamamlanır. Roland Barthes’ın da roman körü körüne yazılır ifadesi işte tam olarak bu anlama geliyor.”
“YAZARKEN DEĞİŞİYORSUNUZ”
Yine Hasan Ali Toptaş’ın yazmaya dair bir ifadesi beni çok etkiliyor. “Yazmak hayata ve zamana müdahaledir, doğası gereği siyasidir” derken, aslında yazılan, okunan her metnin bizleri nasıl değiştirip dönüştürdüğüne vurgu yapıyor… Satır arasında da yeni romanının ilk sayfasını yazdığını müjdeliyor.
“Yazıyorsunuz, yazarken kendinizi değiştiriyorsunuz. Bir romanı yazmaya başlayan insanla, romanı bitiren insan aynı olmuyor. Tabii o romanı okuyanlar da değişiyor. Öyle ya da böyle… Yazar insana, zamana, hayata, dünyaya bir şekilde müdahale ediyor. Tüm metinler öyledir. Mesela Kafka’nın tüm metinleri siyasidir. Bir öyküsünde kapıdan çıktık, teker teker çıktık, önce birincimiz sonra ikincimiz çıktı, hepimiz sırayla durduk. Beş kişi olduk. Bize evden çıkan beş kişi dediler… Bu ifade, bu sade ifade, öykünün kalbidir. Toplum bize bir etiket yapıştırdı demek ister aslında. Devam eder, altıncı bir kişi geldi aramıza girmek istiyor. Dirseğimizle onu itiyoruz, aramıza almıyoruz… Bu aslında bir sayfalık bir öyküdür, ama ne kadar siyasidir. Ne kadar güzeldir. Biraz tüm metinler öyledir. Siyasi metinler yazmak kalın bir sesle slogan atmak, karakterler arasına devrimci bir kişi koymak demek değildir. Kafka’nın bu sade öyküsü, ne anlatıyor bile denebilir ama aslında çok siyasi bir şeyleri anlatıyor. Benim romanlarım da biraz öyledir. ‘Heba’ romanımda yüz sayfalık bir askerlik bölümü yazdım. Orada militarizmi eleştiriyorum. Sahne sahne, görüntü görüntü, yüreğinize dokunur biçimde anlatıyorum. Söylemek istediklerimi bağırmıyorum. Şimdi yeni bir romana başladım. Henüz ilk sayfasını yazdım. Bir an önce eve gidip devam etmek istiyorum. Henüz hikâyeyi planlamadım. Bir cesaretle başladım. İlk cümleyi yazdım. Birinci cümleyi ikinci cümleyle işbirliği yaparak yazdım. Üçüncü cümleyle ilk iki cümleyi işbirliği yaparak geliştirdim. Gelişigüzel yazmıyorum ama metinleri içinde planlıyoruz. Sadece son romanım ‘Kuşlar Yasına Gider’de tüm metni baştan sona planlamıştım.”