Neriman Cahit
HAŞMET GÜRKAN GİBİLER HİÇ ÖLMÜYOR…
Aramızdan ayrılalı tam (16) yıl oldu Haşmet Gürkan’ın… 21 Mart, ölümünün (16.) yılı. O, sanat ve kültürün, insanlık yaşamındaki yerini ve gücünü çok iyi biliyor, geçmiş tarihimizin perspektifini de ekleyerek, bu bilinci, toplumumuz insanına aşılamak için bıkmadan usanmadan gerek kalemi, gerekse girişimiyle yaymaya çalışıyordu.
Genelde tüm Kıbrıs ama özelde Lefkoşa onun ‘Elifbası’ydı…
Bu ülkeye aşıktı o… ve,
Hep barışı özler dururdu kendi ülkesi için de…
“Ne güzel bir memlekettir bu memleket be çocuklar ! Ne güzel yakışacak ona barış; ama yaptırmaz ki efendiler…
Ne öteki taraftakiler ne de bizimkiler !
Yaptırmazlar barışı… Çünkü, işlerine gelmez…” diye hüzne gömülürdü…
***
Aradan 16 yıl geçti…
Bugün yaşasa, daha da hüzünlenecek daha da tarifsiz kederlere gömülecekti…
Hep saygılı hep bir Kıbrıs Efendisiydi O…
Hayatı boyunca üretti… Durmadan üretti.
Ve, ölümsüzlüğe imzasını attı…
Ve, hep insanca yaşadı…
Ne güzel şeydir insanca yaşayabilmek, insan olabilmek…
Ölümü yenenler, insan olabilenlerdir…
Bu yüzden, Haşmet Gürkan gibiler hiç ölmüyor…
KAYA ÇANCA’NIN ÖLÜMÜ…
Kaya Çanca, 24 Mart 1973’te yaşamına kendi elleriyle son verdiğinde (20’li) yaşlarını sürdürüyordu; yani, ilkbaharını ömrünün. İnsanın hayatını kendi eliyle söndürmesi… Belli ki, bir seçim sorunudur bu…
Tıpkı, Ernest Hemingway’ın av tüfeğiyle kendi canına kıyması gibi… Bunun nedeni ve niçini hiç bilinmez… Ölenle gömülür gider… Kimbilir, içinde alev alev yanan o yangını söndürerek kurtulma çabasıdır, belki de!
Yani, yaşamla – ölüm arasındaki ‘tercih…’
Yine de, Kaya Çanca gibi, geleceği umut yüklü bir genç insanın hayatını, kendi eliyle söndürmesi çok çok acı…
Elimizde, ondan kalan tek şiir kitabı:
“Y Sokağı’, şiirde ne kadar umut vaat ettiğinin bir kanıtı gibi duruyor… ki, bu şiirlerden görüyoruz, Kaya Çanca, kendisi olmaktan çekinmemiş; yaşadığı çelişkiler ve düş kırıklıklarının yarattığı fırtınaları yansıtmıştır…
***
Onu bir şiiriyle, sevgi ve hüzünle anıyoruz…
“Olabilecek suç için size şimdiden özür.”
başımı alıp gidecek yer bulamayıp da
başımın içini unutmak için sarhoş olduğum bir gece
yolum ‘Y. Sokağına’ düşerse
sözümü tutmadım diye bana darılmayınız
suç yoktur bende biliniz
beni Y. Sokağına ayaklarım götürmüştür
nasıl ki suçu gözlerinizde değil
sizde buldum
***
Suçu ayaklarıma buldum…
Kaya Çanca…
----------------------------------------------
UTANIYORUM…
Yazımı yazmak için kalemi her elime aldığımda… Yazmaya karar verdiğim konudan çok daha baskın çıkıp, adeta dayatan… yok hayır, “resmen dayatan” konular hakim oluyor…
Bu yazıyı yazmak için de masa başına oturduğumda, aklımdaki konu, resimlerine her baktığımda, beni adeta delirten, savaşlarda ‘düşmanın malıdır!’ diye karşı tarafın askerleri ve vatandaşları tarafından tecavüze uğrayan kadınlardı…
Tecavüze uğramış, kadınlığı / insanlığı korkularda – utançlarda paramparça edilmiş… O, en güzelliği, o en dişiliği, analığı sevdalılığının simgesi dünyayı yeniden yarattığının hazzını duyuran rahminde, ‘bir günah gibi’ büyüttüğü ‘çocuğundan’ utandıran… tiksindiren; onu doğar doğmaz (boğan ya da) boğmak ister gibi gerilen kadınlığı, analığı, insanlığı…’
***
Ne ki, elime kalemi aldığımda, beynimden itip kurtulduğumu sandığım bir görüntü şuuraltımdan çıkıp kalemimin ucundan dökülmeye başladı bile: “Güney’de gördüğüm bir öğrencimin eğik yüzü… O yüze, Güney’e geçtiğimiz bir günde, bir konferans salonunda, kalabalığın çok arkasında rastlayıvermiş ve çok şaşırmıştım… ‘Olamaz – olabilir mi?’ gel-gitleriyle yüzüne daha dikkatli bakınca, yerinden kalkıp hızla kaçarken, durdurmuştum onu…
“Hocam, utanıyorum, her şeyden utanıyorum. Bana bir şey sorma” deyip, elimden elini kurtarmış ve hızla kaçmıştı…
Beni, orada bir sürü yanıtsız sorunun ayrıntılarında bırakarak…
***
Bunca zaman sonra, yeniden, nasıl ve neden çıkıverdi bu duygular ortaya, bilemiyorum… Üstelik daha da geniş ayrıntılar anımsatarak…
Bakımsız, hep üşüyen hep öksüren hep sümükleri akan… Ve, teneffüslerde bile yalnız gezen bir çocuktu… Başka çocuklarla iletişimi sadece, onlardan dayak yemek ve çoğu zaman da onları öldüresiye dövmekten ibaretti…
Karşıma hangi konuda getirilirse getirilsin, onu, sabırla dinliyor, pek ceza falan vermeye kalkışmıyordum. Yalnız, bir gün bahçede yuvadan düşmüş bir ‘serçe yavrusunu’ çocukların elinden alarak, avuçlarının içinde sıkarak öldürdüğünü duyunca, kendimi kontrol edemeyerek, bir tokat atmıştım yanağına… Hiç unutmam, dimdik yüzüme bakarak, “çekeceğine gebersin.” demişti.
Ona, hayvanları sevmesi gereğini uzun uzun anlatmış ama beni dinler görünse de, hiç ‘aldırmadığını’ fark edince, yine de, hayvanları sevmesi gereğinin altını çizmiştim…
***
Yüzüme, aynı tarzda bakarak, ömrüm boyunca unutamayacağım bir yanıt vermişti bana:
“Ya çocukları hem anaları… Onları kimse sevmez ki! Ne anamı ne de beni kimse sevmedi ki Hocam!” demiş ve oradan kaçmıştı…
***
“Hayvanları sevmeyen kimseyi sevemez.” demiştim ona…
Şimdi çok uzağımda ve çok yakınımda onca analar ve çocukların sesi, bazen rüyamda dahi çınlar yüreğimde…
“Ya çocukları ve anaları sevmeyenler Hocam.”
***
Utanıyorum… Çook utanıyorum…
Ve, içim öylesine acıyor ki!
---------------------------------------------------
PARANTEZ
Tanrı aşkına artık doğrusunu söyleyin ve yazın: “Bandabulya” değil.
Bandabuliya…
Ban-da-bu-li-ya…
***
Neredeyse bir asırlık: Bandabuliya… Kültürümüzün bir parçası…
Ona ve kültürümüze gereken saygıyı gösterelim…