Hastalığın Çocuğu Neymiş?

Yıltan Taşçı, öğretmenliğinin son yıllarında TMK’da bir yıl okutmuştu beni. Bir parça öğretmenliğinden, bir parça da televizyonda yaptığı programlardan tanıyorum onu. Bunun yanında, müzik yapıyor, fotoğraf çekiyor ve kitap yazıyor, her tarakta bezi

 

 

 

Yıltan Taşçı, öğretmenliğinin son yıllarında TMK’da bir yıl okutmuştu beni. Bir parça öğretmenliğinden, bir parça da televizyonda yaptığı programlardan tanıyorum onu. Bunun yanında, müzik yapıyor, fotoğraf çekiyor ve kitap yazıyor, her tarakta bezi var yani.

‘Haykırışımız’ (1974) ve ‘Çiğ Damlaları’ (1984) adlı ilk iki kitabı şiirdi. Sonra sırasıyla, ‘Kıbrıs Ağzı Dil Özellikleri’ (1986), ‘Kolejlere Giriş Türkçe Sınavı Soruları ve Açıklamalı Cevapları’ (1988), ‘Başlangıçtan Bugüne Kıbrıs Türk Edebiyatı’ (1989), ‘İngiliz Okulunda Öğrenim Görmüş Kıbrıslı Türk Değerler’ (2010), ‘100 Yüz – Sanatçı Portreleri, 1’ (2011) adlı kitapları yayınladı.  

Hastalığın Çocuğu Neymiş? ‘Sanatçılarımızda Anektotlar’ adlı son kitabı, Khora Yayınları’ndan geçtiğimiz hafta çıktı. Kitap, 1981-2011 yılları arasında biriktirdiği yazar, ressam, şair, karikatürist, tiyatrocu, pek çok sanatçıya ait toplam 122 anektottan oluşuyor. Kitapta, Yıltan Taşçı’nın biyografisi, kısa giriş yazısı, yayınevi adına Münür Rahvancıoğlu’nun yazısı ve Yaşar Ersoy’un kaleme aldığı Önsöz bulunuyor. Anektotları Serhan Gazioğlu karikatürleştirmiş ve Mustafa Tozakı anekdotları anlatanların portrelerini çizmiş.

Kitaptan seçtiğim, beni gülümseten, duygulandıran, öfkelendiren birkaç anekdot:

Geçtiğimiz haftalarda aramızdan ayrılışının birinci yılını andığımız şair sevgili Fikret Demirağ’a ait bir anektot: Yıl 1959... İki genç şair –Fikret Demirağ ve Mehmet Kansu- ortak bir şiir kitabı çıkarırlar. ‘İkinin Yaşamı’ adını taşıyan bu kitap, ikisinin de ilk şiir kitabıdır. Dönemin üstadı şair Özker Yaşın, kitabı eline alıp sayfaları şöyle bir karıştırdıktan sonra şöyle der: “Güzel bir kitap... Kapak tasarımı çok iyi... Kitabın adı da ilginç... İkinin Yaş- amı...”

Kitaba adını kazandıran, ama daha da önemlisi, bu yıl kaybettiğimiz sevgili Yücel Köseoğlu ile ilgili bir  anektot: Yıl 1964... Mustafa Akıncı 19 Mayıs Lisesi’nde öğrenciyken Arthur Miller’in ‘Bütün Oğullarım’ oyunu sahnelenecektir. Oyunda Mustafa Akıncı, Hüseyin Cenk, Sözal Gürçınar ve Perihan Halit (Toygan) sahne alacaklardır. Oyunun rejisörü ise Yücel Köseoğlu Hoca’dır. Mesleği günümüzde doktorluk olan Hüseyin Cenk, oyunda da bir doktoru oynamaktadır. Oyunda Hüseyin Cenk’in bir repliği vardır. Sahneye girer ve “Çocuğun hastalığı neymiş?” sorusunu sorar. Provaların birinde Hüseyin Cenk’in dili sürçer ve “Çocuğun hastalığı neymiş?” diyeceğine “Hastalığın çocuğu neymiş?” der. Sahnedeki herkes gülmeye başlar. Bu gülüşmeler, sonraki provalarda da Hüseyin Cenk sahneye girer girmez devam eder. Yücel Hoca, gülüşmelere bir sabreder iki sabreder; ama gülüşmeler sürüp gider. Son provaya gelinmiştir. Hüseyin Cenk sahneye girer girmez gülüşmeler yine başlar. Yücel Hoca dayanamaz ve sinirlenip salondaki demir sandalyelerden birine tekmeyi vurur. Sandalye havalanır, neredeyse tavana çarpar. Tabii Yücel Hoca’nın ayağı kırılır. Ayağı kırılmış bir vaziyette öğrencilerine şöyle der: “Çocuklar, tiyatro ciddi iştir!” Öğrenciler, Yücel Hoca’yı apar topar hastaneye götürürler. Hastaneye vardıklarında Yücel Köseoğlu’nun öfkesi azalmıştır. Hocanın ayağı alçıya alınır. Öğrenciler, hastaneden çıkışta hocanın koluna girerler. Bir bakıma kendilerini Yücel Hoca’ya affettirmişlerdir. Esas oyunda ise, oyunun o malum sahnesinde kimse gülmez.

Yıl 1967... Lefkoşa’daki İlk Sahne’de bir oyun sahnelenmektedir. Oyunu izleyenler arasında dönemin Cumhurbaşkanı Muavini Dr. Fazıl Küçük de bulunmaktadır. Oyun esnasında Dr. Küçük, yanındakilerle sürekli konuşmaktadır. Birinci perdenin sonunda ara verilince, tiyatro sanatçımız İbrahim Andaş, Dr. Küçük’ün yanına yaklaşarak şöyle der: “Hilmi abim (Özen) lütfen burayı terk ediniz dedi.” Dr. Küçük, hiç yanıt vermeden kalkar ve gider.

Can Yücel, Işık Kitabevi’nin sahibi Nahide Merlen’in davetlisi olarak 1980li yıllarda Kıbrıs’a gelir. Kıbrıs Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nde düzenlenen söyleşiye çok sayıda sanatçımız katılır. Can Yücel, yarı ayık yarı sarhoş bir durumda konuşup birkaç da şiir okur. Daha sonra Yücel’e sorular sorulur. Neriman Cahit, Can Yücel’e şöyle bir soru sorar: “Feminizm hakkında ne düşünüyorsunuz?” Can Yücel, votkasından bir yudum daha içtikten sonra, kendinden geçmiş bir vaziyette: “Feminizm sevişme anında kadının üste çıkma savaşıdır.” diye yanıtlar soruyu. Yücel’in dili o kadar peltekleşmiştir ki, en önde oturanların dışında, birçok sanatçı onun ne yanıt verdiğini tam olarak anlayamaz.

12 Eylül’ün hemen sonrası... 1981 Mart’ı... Polis, aldığı ihbar nedeniyle Hakkı Yücel’in İstanbul’daki evine bir baskın yapar. Hakkı Yücel’i tutuklayıp götürmek isterler. Bu nedenle, evin her yanını aramaya başlarlar. Dolapları karıştırırlar, bavullara bakarlar. Yücel’in kütüphanesinin olduğu odaya da girerler. Kütüphanenin altını üstüne getirirler. Hakkı Yücel’in kütüphanesinde birçok çeşitli kitabın yanı sıra, mesleki kitapları da vardır. Bu mesleki kitaplardan biri de ‘General Oftalmoloji’dir. Yan genel göz bilmi... Kitapları karıştıran polislerden biri ansızın “Amirim, buraya gelin.” der. Kapağı kızıl renkte olan ‘Genel Oftalmoloji’ kitabını bulmuştur. Kitabı amirine verir. Amir, kitabı evirir çevirir ve kekeleye kekeleye “Kimdir bu general?” diye sorar. Hakkı Yücel: “Bu, benim meslek kitabımdır. General falan değildir. Genel göz bilmi kitabıdır.” der. Amir, bir kitaba bir de Yücel’in yüzüne bakar. Söylenene inanmamıştır. “Kitabı da tutuklayın.” der. Ve ‘General Oftalmoloji’ şaibeli, aranan, kızıl bir generalin adı gibi algılanarak alınıp götürülür. Hakkı Yücel ise iki ay gözaltına alınır.

1990’lı yılların sonları... Sanatçı ve Yazarlar Birliği’nin henüz lokali var. Şimdiki Bohçalyan Restoran... Sanatçılarımız, sık sık toplantılar yaparlar, etkinlikler düzenlerler. Toplantılardan sonra çoğunlukla Hamalın Meyhane’de sohbetlerle tamamlarlar geceyi. Yine bir toplantı sonrası Hamalın Meyhane’de gecenin ilerleyen saatlerine kadar koyu neşeli sohbetlere dalarlar. İçki dozu yüksek... Tamer Öncül, yine böyle bir gecenin sonunda rahmetli Fikret Demirağ’ı arabasına alıp eve doğru yola çıkar. Kuğulu Park’a yanaşırken polis onları çevirir. “Alkol aldınız mı?” diye sorar. Öncül’ün “Ehhh, birkaç duple...” demesine kalmadan Fikret Hoca araya girip: “Ne birkaç tanesi be... Ben beş dupleye kadar saydım, gerisini hatırlamam.” der. Öncül, tam o anda “Ey hoca, bu akşam poliste sabahlayınca görürsün sen dürüstlüğün ödülünü!” diye aklından geçirirken, genç polis arabanın diğer tarafına yönelir. Fikret Demirağ’ı görür görmez: “Vaay Fikret Hocam! Beni hatırladınız mı? Hani ortaokulda haylaz bir öğrencinizdim...” der. Fikret Hoca, o karanlıkta polisin kim olduğunu seçemez; ama bozuntuya da vermez. Polise: “Sen bakma bu adamın kaç tane içtiğine, ben onun hiç sarhoş olduğunu görmedim.” diyerek vaziyeti kurtarmaya çalışır. Genç polis, Öncül’e: “Hocamı sağ salim evine götürebilir misin?” diye sorduktan sonra Fikret Demirağ ile Tamer Öncül’ü gönderir. Fikret Hoca, her zamanki muzip gülümsemesiyle Öncül’e takılır: “Sen bana dua et; yoksa sabahlayacaktık poliste!!!”

21 Haziran 2011 tarihli Cumhuriyet Meclisi toplantısında konuşan sanatçı milletvekili Dr. Arif Ali Albayrak, “Bir sanat müzemiz bile yok.” der. Bakanlık da yapmış olan UBP Lefkoşa milletvekili Zorlu Töre, oturduğu yerden söze karışıp şöyle der: “Barbarlık Müzesi var!!!”

Bitirirken, sevgili Yaşar Ersoy’un ‘Önsöz’ünden kısa bir bölümü sonsöz olarak eklemek istiyorum: Anektot deyip geçmeyin. Okuyun güleceksiniz, ağlanacak halimize... Bunları başkalarına anlatınca onları da güldüreceksiniz, ağlanacak halimize. Kimini sıcak, samimi, dostça bulacaksınız... Çoğuna da şaşıracak “Yok yahu bu kadarı da olmaz!” diyeceksiniz...


Not: Son birkaç yazımda kullanılan fotoğrafların ne kadar büyük olduğunun farkındayım. Büyük ölçüde bunun sorumlusu benim; şahsıma ayrılmış bu sayfayı doldurmak için biraz daha uzun tutmam gerekiyor yazdığım yazıları, ama tutamadım (mazaret sıralamaya gerek yok şimdi). Çoğu zaten son anda, biraz aceleye getirilerek yazıldı. Neyse, demek istediğim, o kullanılan fotoğrafların boyutu beni rahatsız ettiğinden ilerideki yazılarımı daha oylumlu yazmaya özen göstereceğim. 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri