“Hayali duvarlar ve geçmişin hologramları...”

Sevgül Uludağ

Robert BUDİMİR

Bosna medyasında sanki de savaş hiç bitmemiş gibidir... Sanki de savaş, başka araçlarla devam ettiriliyor... Kafamızın üstünde savaşın hologramı duruyor ve sık sık tekrarlanan boş cümleleri algılamamızı engelliyor karışmış kafalarımızla...

Gruplar arası yeniden uzlaşma, savaş kahramanları ve üç oluşturucu etnik grubun elemanları, Bosna toplumunda son 20 senedir yazılıp çiziliyor fakat sanki de tüm hikayeyi kavramaktan acizmişiz gibi duruyor...

Son yirmi yıldan bu yana Bosna-Hersek, yeni bir savaş yürütüyor, farklı ve daha sofistike tekniklerle... Bu yeni savaşın kurumsallaştırılmış doğası da etnik ve siyasi kurumların ölümsüz istemlerini devam ettirmelerine yol açıyor. Çatışma sonrası dönemin sofistike savaş yöntemleri, gerçekten başdöndürücüdür. Bizler – yani yurttaşlar – bu savaşa, hiç bilmeden katılıyoruz... Bu savaşın sonuçlarından ötürü acı çekiyoruz ancak kökenlerini tanıyamıyoruz bile – onun yerine sanki de barışın doğal sonuçlarıymış gibi artan yoksulluğu ve işsizliği tanıyoruz, artan suç oranını tanıyoruz, güvenliğin azalmasına tanık oluyoruz...

20 seneden fazla bir süredir, Boşnak yurttaşlar arasında hayali bir duvar örülmüştür ve bu duvar da çok sayıda sosyal, siyasi ve dini taraftarlarca güçlendirilmiştir. Tüm hayali güçleriyle birlikte bu taş duvar, gerçek tarihi duvarlardan çok daha güçlü gibi duruyor ve yalnızca Bosna’yı oluşturan insanlar arasında değil, aynı zamanda onlarla dış dünya arasında da derin bir bölünme yaratıyor...

Bu duvarlar küstah biçimde aramızda duruyor ve gerçekten de bizi bölüyor... Bizim “onlarla” ortak hiçbir yanımız olmadığına inandırıyor yani duvarın öteki tarafında olanlarla... Oysa bir su baskını veya bir felaket, bizlere çabucak bu duvarların çok az bir gayretle yıkılabileceğini gösteriyor... O zaman su baskınının bu başbelası duvarlar dahil, herşeyi silip süpürdüğünü işitmek şaşırtıcıdır... “Öteki taraf”tan insanların dilendiğini ve çöpleri karıştırarak yiyecek aradıklarına ilişin TV’de görüntüleri izlemek de şaşırtıcıdır... Duvarın öteki tarafındaki insanların da bizler gibi ağladıklarını ve bizler gibi güldüklerini işitmek şaşırtıcıdır... Nihayetinde her tarafta aynı adaletsizlikler ve aynı kalp acıları olduğuna göre, kimlerle savaşıyor olduğumuzu düşündürür insana tüm bunlar...

DUVARLAR ASLINDA DUVAR DEĞİLDİR...

Aklı başında bir insanın ilk soracağı soru, “Eğer bu duvarlar beni öteki taraftaki insanlardan korumuyorsa, o zaman amaçları nedir?” olurdu... İkinci soru ise, “Eğer ben onlara saldırmadıysam ve onlar da bana saldırmadıysa, neden bu kadar çok acı çekiyoruz?” olurdu... Eşit ağırlıkta diğer önemli sorular da şunlar olabilirdi: “Bizi temelden kimler mahvetti? Onurumuzu kim çaldı? Eğer bunun sorumlusu biz değilsek o zaman bizi kim zorluklar ve fakirlik içerisine itti?”

Aklı başında bir insan bu soruları düşünüp de söze kendisinin milli çıkarlarını savunduklarını söyleyen “koruyucuların” yüzlerine baktığında, ancak o zaman o hayati çıkarların çok uzun zaman önce hayatiyetlerini kaybetmiş olduğunu kavrar... Ancak o zaman o duvarların gerçek duvarlar olmadığını, kendi “koruyucuları”nın da aslında en büyük düşmanları olduğunu anlar... Ancak o zamandır ki duvarın ötesindekilerin de gerçekte kardeşlermiz olduğunu ve çektiğimiz acılar dolayısıyla büyük emer vererek kazandığımız bilginin de bizi kardeş kıldığını kavrarız... İşte ancak o zaman yakın geçmişte yaşanmış olan savaşın vahşi doğasını anlarız – bu savaşta insanlar kurşunlarla ve şarapnel yaralarıyla öldürülmüştü ve şimdilerde, bu savaşın daha sofistike devamıyla da insanlar acıyla ve onursuzluk içinde ölüyorlar...

Rasyonel insanlar çoğunluğu oluşturduğu zaman, bu hayali duvarlar üfelenecek ve kafamızın üstündeki savaş hologramı da kollektif bilinçteki bir hortumla yok edilecektir. Ancak o zaman yolsuz liderler düşecek ve bu da onların faşist rejimlerinden arta kalanları yok edecek siyasi bir depreme yol açacaktır. Bu olduğu zaman ise gerçekten de savaş sonrası dönem başlayacaktır ve halen kendi potansiyelinin farkında olmayan ülke için daha iyi bir gelecek kapısı açılabilecektir...

Korku tarafından zehirlenmiş olan eğitimsiz kitleleri kollektif olarak bilinçlendirerek onları değiştirmekten çok uzaktayız... Yoksul insanlar arasındaki duvarları yıkmak daha da uzun bir süreç ister, kleptomanyak hükümet ve oligarşi tüten demokrasiyi değiştirmek de öyle... Çok şükür bu duvarları görmezden gelip insanları yalnızca insan olarak gören, kendini düşünmeyen cesur insanları düşündüğümüzde, umudumuz çoğalıyor...

ORTAK ÇIKAR BAYRAĞI...

Çocuklarımız için daha iyi bir gelecek umudunu canlandırmak için yakın geçmişte yaşananlara bakabiliriz. 2014 yılının yağmurlu ilkbaharına bakalım, su baskınları ve toprak kaymaları, uzun süredir unutulmuş olan insaniyeti, cesareti ve tüm bölgeden insanların kendini düşünmeyip başkalarına yardım edişini canlandırmıştı... Kollektif zorlukların yaşandığı bir dönemde hem gerçek, hem de hayali duvarlar üfelenmişti... Hiç düşünmeden ve hiç tereddüt etmeden insanlar birbirine yardım etmeye koşuyordu... O zor günlerde, sel baskınına uğrayan evlerin kapılarında kimin adının yazılı olduğu önemsizdi çünkü herkes eşit biçimde yardıma ihtiyaç duyuyordu... Ve yardım da ediliyordu...

Bir an durup da bunları düşünecek olursak, tüm Boşnak yurttaşları için daha iyi bir gelecek umudu ortaya çıkar ve bunun için de ortak ve evrensel ihtiyaçlarımız ve istemlerimizi gerçekleştirmek için bazı temel prensipleri görebiliriz... Hepimizin gıdaya, suya, istihdama, barınağa, hem kendimiz, hem de ailelerimiz için kişisel güvenliğe, temel insan haklarımızın korunmasına, eşitliğie, insanlık onuruna vs. ihtiyacımız vardır... Eğer insanları birleştiren şeylerin listesini yapmaya başlarsak, sonsuza kadar bunu sürdürebiliriz...

Öyleyse ortak çıkar, işbirliği, tolerans, saygı, dostluk ve sevgi bayrağı9nda birleşelim... Dışlamaya dayalı kötü ve toksik politikaları fırlatı atalım ve sağlıklı bir toplumun yararlarına konsantre olalım, böylesi bir toplum çocuklarımızı gözetir ve sağlıklı ve refah bir çevrede büyüyerek kendi ihtiyaçlarını karşılamalarına yardımcı olur...

Kendimizi iyileştirmeli, bilinçlendirmeli ve kendimizin ve toplumlarımızın kalitesini yileştirmeye yönelik tüm kalbimizle çalışmalıyız... Böylesi bir düşünceyledir ki insanlar örneğin sel baskınları esnasında başka insanların yardımına koşarlar... Bunlar, sağlıklı bir toplumun temel prensipleridir ve tümümüz için daha iyi bir geleceğe giden tek yoldur.

Bosna’da siyasi gerçekliğine ait olmayan koca bir toplum vardır gerçekten... Bu toplum da nefret etmez ancak öğrenir... Bu toplum çalışır, eğitir ve iyi insanlara saygı duyup onları onore eder... Ancak Boşnak toplumunun bu sağlıklı dokusu ne yazık ki siyasi olarak eksik biçimde temsil edilmekte, medya kendilerini sansüre uğratmakta ve fiziksel olarak da dağınık durumdadır... Ancak bu doku birleşerek sağlıklı ve güçlü bir siyasi ve sosyal bedene dönüştüğü zaman, Bosna da gerçekten tüm yurttaşlarının ilerlemesine dayalı bir savaş sonrası döneme geçebilecektir...

(Çatışma Sonrası Araştırma Merkezi’nin ‘Srdan Aleksiç Gençlik Yarışması’nda bu yazı mansiyon ödülü almıştı...)

https://balkandiskurs.com/en/2015/08/26/imaginary-walls-and-holograms-of-the-past/

(BALKAN DISKURS’ta yer alan Robert Budimir’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


BASINDAN GÜNCEL...

SERBESTİYET

“Atacama Çölü, yıldızlar, Pinochet döneminin bozulmayan cesetleri…”

Güzin Sarıoğlu

Şili Güney Amerika’nın batısında Büyük Okyanus kıyısında ipince, upuzun bir ülke. O kadar ince ki, en geniş yeri bir uçtan bir uca sadece 240 km. O kadar uzun ki, kuzeyden güneye 4270 km. Dünyanın en uzun ülkesi. Bunun nasıl bir mesafe olduğunu anlatmak için verilen örnekler var. Mesela Moskova en kuzey noktası olsaydı, Şili Türkiye’nin üzerinden geçip Doğu Afrika’da Eritre’ye kadar uzanacaktı. Ya da en kuzeyi Berlin olsaydı güneye doğru Avrupa’yı ve Akdeniz’i geçip Afrika’nın ortasında Nijerya Çad sınırını bulacaktı.

Çok az şey aklımda kalsa bile, küçüklükten beri haritalara bakmaya bayılırım. Dersini bir kenara bıraksak, coğrafya büyülü bir alandır aslında.

“Atlas”ı açardık önümüze, bize uzak olduğu kadar gizemli gelen yerlere bakıp hayal kurardık. Okyanusun ortasındaki minicik adalar, Güney Amerika’nın en az bilinen güzel isimli ülkeleri, şehirleri, boğazları, körfezleri, kutuplardaki koskoca buz kıtalarının oralardaki hayatlar… Mariana Çukuru, Himalayalar, Everest Dağı, Amazon Nehri… Uzaya gitmekten bile daha gizemli… Çocukluğumuzun açık ara en uzun mesafeli hayalleri…

Bir de Atacama Çölü vardı. O upuzun Şili’nin kuzeyinde, 1600 km boyunca And Dağları ile Büyük Okyanus arasında her türlü hayale açık uzanan upuzun çöl. Deniz seviyesinden en yüksekteki çöl aynı zamanda, yer yer 6000 metreye ulaşan rakımda. Dünyanın en az yağış alan yerlerinden biri. 40-50 yıl yağmur görmeyen bölgelerinin olduğu biliniyor. Hatta dört yüzyıl boyunca yağmur görmediği tahmin edilen bölgeleri bile olmuş geçmişte. Yani, çok kurak, nem yok gibi bir şey.

Çok yüksek, çok çok az nemli, bulutsuz olması nedenleriyle gökyüzüne bakmak için dünyanın en elverişli yerleri Atacama Çölünün yüksek noktaları. Akşamları çıplak gözle bile şahane yıldızlı yaldızlı manzaralar… Tabii bazıları için, örneğin astronomlar için, manzara izlemenin ötesine geçiyor bu gözlem işleri. Sadece Şili’nin değil birçok ülkenin astronomi üzerine çalışmalar yapmak için büyük gözlemevleri, devasa uzay teleskopları, dev kulaklara benzeyen alıcılar kurdukları biliniyor Atacama Çölünde.

İklim koşulları ve yüksekliği dolayısıyla Atacama Çölü canlıların yaşamasına elverişli değil. En çorak yerlerinde hiçbir canlı yaşamıyor. Bazı yerlerde ise çok kısıtlı sayıda da olsa, böcekler, sürüngenler, arada sırada uğrayan kuşlar ve çok dayanıklı dikenimsi bitkiler var.

Coğrafi koşullar canlıların yaşamasına uygun değil ama ölü bedenlerin uzun yıllar bozulmadan kalmasına çok uygun. Yani mumyalanmış gibi, neredeyse öldükleri andaki hallerinde çok uzun yıllar durabiliyorlar. Kuru ortam cesetlerin bozulmamasını sağlıyor. 19. yüzyılda madenlerde korkunç koşullarda çalışırken iş başında ölenlerin cesetleri neredeyse canlı gibi. Filmde bile olsa, görünce gözlerimizi ayıramıyoruz. 

1973 askeri darbesi ile başlayan süreçte Şili’de binlerce kişinin öldürüldüğü, 60 binden fazla kişinin işkenceden geçirildiği tahmin ediliyor. Pinochet vahşeti, darbe katliamı, “sayıyla mı verdiler bunları bize” soğukkanlılığı…

Ama “yetkililer” ne kadar soğukkanlı olsalar da bu zulümleri yaparken bazı pratik sorunlarla karşılaşıyorlar tabii. Mesela bu kadar çok cesedin ne yapılacağı… Mesela yakınları kaybedilenlerle nasıl başa çıkılacağı… Pinochet kadroları çareyi cesetlerin önemli bir kısmını kamyonlara yükleyip Atacama Çölüne atmakta buluyor. Gözden uzak, çok büyük çölün bir köşesinde ölenlerin yok hükmünde sayılacağını, kalanların da buna razı olacağını var sayıyorlar.

Darbe devri, halkın çok büyük bir kesimi için kaybolma ya da kaybetme dönemi, 17 yıl sürüyor Şili’de. Çok sayıda insan yakınlarını kaybediyor, bir belirsizlik içinde yaşamaya başlıyorlar ve sürekli onlarla ilgili ipuçları arıyorlar. Çoğu zaman yaşam umuduyla değil bu arayış, sadece cesetlerini bulmak çabasındalar. Sevdikleri insanların cesetlerini bulmadan ölmemeye yeminli insanlar, özellikle de kadınlar dünyanın her yerinde… Darbenin üzerinden 49 yıl geçmiş, artık yaşları 70’i aşmış kadınlar hâlâ arıyorlar. Karmaşık bir şey yok, metafor yok, bilfiil aramaktan bahsediyorum. Mesela Atacama Çölünde toprağı kazarak arıyorlar. Bulma umudu sayesinde ayakta kalıyorlar belki. Hüzünleri hep yaşama sevinçlerini gölgelese de hayatı başka türlü nasıl yaşayacaklarını bilmiyorlar. Bir ömür böyle geçmiş ne de olsa.

12. Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivalinin açılış filminin bir Guzmán belgeseli olduğunu okuyunca yönetmenin diğer belgeselleri geldi aklıma ve Türkçeye “Işığa Özlem” olarak çevirilebilecek “Nostalgia de la Luz”u bir daha, yine büyük bir hayranlıkla izledim. Atacama Çölü ve Pinochet darbesi hakkında yukarıda anlattıklarımın çoğunu belgeselden aldım.

1941 doğumlu Patricio Guzmán 29 ayrı yapımda yönetmenlik yapmış. Önemli bir çoğunluğu belgesel. Birçok Şilili gibi astronomiye ve Pinochet askeri darbesine takıntılı. Gökyüzü ile yeryüzü, bu sefer metafor olarak, iç içe geçmiş.

2010 yılı Şili, Fransa, Almanya ortak yapımı “Nostalgia de la Luz” ise doğrudan bu iki konu üzerine. Belgeselde yıldızlar ile çöl kumları, evrende dünyanın oluşum izleri ile çöldeki hayat izleri birbirine karışıyor, astronomlar ile arkeologların aslında aynı işin parçaları olduğu anlatılıyor. Astronomlar evrenin oluşumunu, geçmiş hikâyelerini, evrendeki hayatı araştırırken, arkeologlar ise yeryüzünün geçmiş hayatlarını inceliyorlar. Her ikisi de “köken” bilimi çalışıyorlar nihayetinde.

Bir galaksinin, gezegenin ya da yıldızın nasıl oluştuğunu keşfetmeye çalışmak, insan kökenini anlamaya çalışmakla aynı yola çıkıyor. Filmin sonlarına doğru yeniden hatırlıyoruz: Kemiklerimizde, Büyük Patlamadan hemen sonra oluşan kalsiyumu taşıyoruz.  Dolayısıyla galaksinin, Dünyanın oluşumu ile insanın kökeni tam olarak aynı şey sayılmaz mı?

“Ağaçlarda, yıldızlarda yaşıyoruz, galaksilerde bulunduk, evrenin bir parçasıyız.”

Belgeselde arkeologlar, Atacama Çölünün astronomların yanı sıra arkeologlar için de elverişli bir çalışma alanı olduğunu anlatlıyorlar: “Gökyüzünün şeffaflığı uzayın arkeologları için ne ise kuru iklim de bizim için odur. Geçmişten gelen kanıtlara ulaşımımızı kolaylaştırır… Atacama Çölünde geçmişe açılan bir geçidin üzerindeyiz.”

Guzmán çocukluğun tek zamanı olan “şimdi”ye duyduğu özlemle başlatıyor belgeseli. O zamanlardan gökyüzüne meraklı. Sonra Atacama’da çalışan astronomlardan biri gökyüzünde ve yeryüzünde “şimdi” diye bir şey olmadığını anlatıyor. Ayın şu an gördüğümüz ışığı birkaç saniye önceki ışığı… Güneş ışınları Dünyamıza sekiz dakikada geliyor. Uzak yıldızları, galaksileri siz düşünün artık…

Her zaman geçmişin içindeyiz. Şili gibi vahşi bir diktatörlükte yıllarca yaşamış ülkelerin insanları daha da uzak “şimdi”ye. Hep geçmişte, hep hatırlayarak yaşamak, hayatı oralarda bir yerde tanımlamak… Kuşaklar boyunca dinmeyen acılar ve özlemler…

“Anısı olan kişi şu anın kırılganlığında hayatta kalmayı başarabilir. Anısı olmayan ise hiçbir yerde yaşayamaz… Eskiden hep kökenlerimizi yerde, toprağa ya da denizin dibine gömülü hâlde bulabileceğimize inanırdım. Ama şimdi, köklerimizin yukarıda ışıkların ötesinde de olduğunu düşünüyorum.” 

Guzmán açısından yeryüzü de gökyüzü de hafızamıza hizmet ediyor. Şili’de Atacama’da hatırlamak 19. yüzyılda katledilen yerli halklardan beri, daha yakın tarihte ise birçok Şilili için 1973’ten beri 49 yıldır, hayatın en önemli parçası.  

“Evrenin sonsuzluğu ile karşılaştırıldığında Şilililerin problemleri önemsiz görünebilir. Ama onları bir masanın üstüne yatırdığımızda bir galaksi kadar büyük olduklarını görürüz.”

Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivalinin 12.cisi 18-24 Kasım 2022 arasında İstanbul’da düzenleniyor. Festivalin açılış filmi Patricio Guzmán’ın 2022 yapımı “Mi País Imaginario” (Hayalî Ülkem) belgeseli. Guzmán bu sefer, Şili’de 2019’da 1,5 milyondan fazla Şililinin katıldığı aylarca süren, kimilerince devrim olarak nitelendirilen büyük protestoları anlatıyormuş. Filmin 21 Kasım 2022 tarihinde Atlas 1948 Sinemasındaki gösteriminin ardından Hülya Gülbahar, Ceylan Özgün Özçelik ve Kıvılcım Akay’ın katılacağı seyirciye açık bir panel düzenlenecek. Benim de aralarında olduğum Guzmán meraklıları açısından çok heyecan verici… Yaşananlara Guzmán’ın etkileyici perspektifiyle bakmak çok ufuk açıcı bir zihin jimnastiği… Çünkü, artık Atlaslara pek fazla bakmıyoruz belki ama Patricio Guzmán gibi belgeselciler sayesinde o uzak ülkelerdeki hayatlar bize yaklaşıyor, dünyanın dört köşesinde insanların ne kadar benzediğini, nasıl bir bütünün parçaları olduğunu görüyoruz, yine aynı büyünün etkisine giriyoruz. Mesela, Atacama Çölünde sevdiklerinin cesetlerini arayan kadınlar ile Cumartesi Anneleri kardeş değil de nedir?

(SERBESTİYET – Güzin SARIOĞLU – 13.11.2022)