Yıllar yılları kovalamış ve Neşe yazı yazmaya devam etmiş. Bu sabah bilgisayar başına geçince aklıma gelen ilk cümle bu. Kelimelerim yorgun son günlerde. Dışarıda davetkar bir bahar var; içimde ise tuhaf bir yaprak dökümü hüznü. Dokunsalar ağlayacak gibiyim son günlerde ama dokunsalar gülecek gibi de aynı zamanda. Onca felaket geçmiş üstümüzden ve belki yenileri de kapıda. Hayat hiç bu kadar adaletsiz olmamıştı.
İçimdeki kedere eşlik eden küçük ışıltılar da yok değil bu arada. Bu dünya için bir şeyler yapsam, birinin elinden tutup küçük bir yardımda bulunsam iyi hissederdim eskiden kendimi. Şimdilerde içimdeki boşluğu hiçbir şey kolay kolay dolduramıyor. Bir varoluş krizinin eşiğinde hangi kıyıda kalacağımın tereddüttü içindeyim sanki. Kendimi bırakabilirim ya da sağlam basıp kararlılıkla devam edebilirim yola. Soracak olursanız sorumlulukların verdiği bıkkınlıktan öte öyle pek özel bir problemim yok aslında. Çevreye bakan gözlerim esas acıtan. Yanı başımızda yaşanan trajedilerin ağırlığı taşınmaz kılıyor kalbimi. Bırak bunları Neşe, hayatın güzelliklerine odaklan biraz da diyorum kendime. Belki içimdeki gözyaşlarını döktükten sonra mümkün olur bu.
İnsanın trajedisi bunca geçicilik arasında kalıcı bir şey aramasında belki de. Geçiciliğin kabulü insanı rahatlatabilir oysa. Bir anda her şeyin değişebileceği bilgisini sadece unutarak huzur bulabilir insan. Bu ana sahibim evet, ya bir sonraki an?
Değişim bir akıştır, kendine direneni de sürükler. Değişime açık değilsen yıkılırsın onun selinde. Kendi içinde huzur bulabileceğin bir köşen var mı, sonsuz güven duyabileceğin birileri, dünya yansa gitmez diyebileceğin birliktelikler? Toplum yasalar eliyle oluşturmuş bunu. Aileyi ekonomik ve duygusal bir güvenlik alanı olarak bu ihtiyacını tatmini için yaratmış biraz da. Oysa ikiyüzlü bir kurum aile. İçinde küçük trajediler, gizli ruh cinayetleri yaşanan bir kurum.
Saf bir sevgi de var elbette. Bu tip bir sevgiyi ne kadar yaralansam da taşımaya çalıştım yıllarca. Koruyabilmek için pamuklara sardım. İçsel bir durum bu, dışardaki ne yaparsa yapsın kendi içinde var edebileceğin bir ruhsal yönelim. Bir çocuk sevgisi. Masumiyetle taşınabilecek bir şey.
İçimizdeki ve dışımdaki ne kadar da uyumsuz kimi zaman. Dışarıdan sefil görünüyorsun mesela, içinde bir prenses uyuyor oysa. Dışarıdan bir prenses gibisin ama için sefil de olabilirdi bunun bir başka versiyonu. İnsanın içinin güzelliği gerçekten de dışarıya yansır mı? Her zaman değil sanki.
Tuzaklarla dolu hayat. Hep tetikte olmak da yorucu ama… Kendini akışa bırak diyorsun bazen. Ne gelirse gelsin başına.
Yıllar yılları kovalıyor; bu hız çağında bir sürat yarışı bu. Her birimizin ayrı bir hikayesi olsa da şehirler, ülkeler, hatta dünyayla paylaşılan bir ortak kader var. Elimizde değeri bilinmesi gereken anlar var bu nedenle. Her bir an paha biçilmez değerde buradan bakınca. Geçmişin tozundan ve geleceğin kaygısından mustarip bir an ama o. Geçmiş ve gelecekten ayırabilir miyiz şimdiki zamanı? Ayırmamız da gerekmez aslında. Bir geçmişimiz ve olası bir geleceğimiz olduğu için sevinç veren bir armağana dönüştürebiliriz bu anı.
Gözümüzde büyüttüğümüz şeyin aslında o kadar da zor olmadığını keşfettiğimiz anlar vardır ya en çok onları severim. Bir rahatlama yaşarız. Bir gerçeği keşfettiğimiz, aydınlanma yaşadığımız anlar da vardır. Bizi sevmediğini düşündüğümüz bir insanın içindeki sıcaklığı hissettiğimiz anlar diyelim bir de. Anlardan anlar beğen.
Her şeyin izafi olması esas mesele. Zaman, bir bakınca hiç de kısa değil; çok uzun aslında. İnsan hem bir kurşunluk cana sahip hem de öyle kolay kolay ölmüyor. Onca kötülüğün karşısında onca iyilik var aynı zamanda. Kavuran bir sıcakta sığınabileceğin bir gölge, dondurucu soğukta seni ısıtacak bir ateş bulman mümkün çoğu zaman. Ne getirirse getirsin yaşamak güzel yine de. Hayatın hep kalbi ışıtan bir fısıltısı var.