Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Akademisyen-edebiyat eleştirmeni Yıldız Ecevit “Türk Romanında Postmodernist Açılımlar” (İletişim Yayınları) kitabında bir anekdot anlatır: Thomas Mann Einstein’e okuması için Kafka’nın bir romanını vermiş. Birkaç gün sonra tamamını okumaya tahammül edemediği romanı,“insan beyni bu kadar karmaşık olamaz” gerekçesiyle geri vermiş Einstein. Anlaşılan odur ki Kafka’nın, okuru adeta bir labirentin içine çeken ve bir bakıma belirsizlik anaforunda döndürüp duran romanı, üstün zekâlı bilim adamına bile ağır gelmiş. Doğrudur, modern romanın öncü isimlerinden Kafka’nın romanları, 19.yüzyılın ‘somut gerçeklik’ algısından hareket eden ve ‘roman anlayışı’nı bu gerçeklik algısı üzerinden kuran romancıların, gerçekliği doğrudan yansıtan, kurgusu sağlam, karakterleri keskin, zamanın doğrusal akışı ile uyumlu, mekân bütünlüğü taşıyan, bir başka ifadeyle okuru zora sokmadan, adeta elinden tutarak gitmesi istenen yere götüren romanlarından farklıdır. Bu düzeneği bozduğu, altüst ettiği için hem çok sarsıcıdır hem de okurun özel ilgisine ve tahammülüne ihtiyaç duymaktadır.Aşikâr olan şudur ki, Kafka romanlarında bu geleneksel yapı bozulmuştur ve yerini, Y.Ecevit’in altını çizdiği gibi, “son birkaç yüzyıldır bilimin neden-sonuç ilişkisini temel alan ve kesinlik/değişmezlik üzerine kurulu saptamaları, yerini giderek belirsizlik/olasılık/görecelik kavramlarının yön verdiği yeni bir doğabilim eğilimine” (a.g.e,s.27) bırakmıştır. Bir başka ifadeyle o döneme değin yüzeyde yer alan, kolay ulaşılan ve kabul edilen (somut) gerçeklik -ya da bütüncül gerçeklik-, giderek derine gömülerek dolayımlanan, aranması gereken, sorgulanan, kuşkulanılan (soyut) gerçeklik (parçalı gerçeklik) kapsamı ve algısıyla yer değiştirmiştir.
Burada belki asıl ilginç olan husus ise Einstein’ın Kafka romanı karşısında gösterdiği -çok karmaşık olduğu gerekçesiyle onu okuyup bitirememesi- tepkidir. Şundan ki, Einstein’ın bizatihî kendisi, geleneksel 19.yüzyıl roman anlayışının temel dayanağını teşkil eden Newton fiziğini geçersiz kılan ve de yeni ‘modern roman’ anlayışına zemin teşkil eden modern fiziğin yaratıcısıdır. Einstein fiziği şunu söylemektedir: “ Somut gerçek, artık Newton fiziğinin savladığı gibi somut ve mantıklı değildir. Einstein fiziğinde zaman eşit aralıklarla çizgisel akmamakta, ışık hızına göre değişmekte, madde ya da uzam ise yine farklı koşullarda farklı görünümler vermektedir” (a.g.e. s.26-27) Belki daha da ilginç olan ise Kafka’nın roman anlayışını oluştururken ona arka plân teşkil eden anlayışın, doğrudan Einstein’ın yer aldığı toplantılara katılması ve modern fiziğin yaratıcısının kendisinden ‘modern fizik’in esaslarını dinlemiş olmasından kaynaklandığıdır. Nitekim bu büyük romancının romanlarında hâkim olan “yabancılaştırma estetiği”, tam da buradan oluşan anlayıştan neşet etmektedir. Bu yöntemle Kafka romanlarında “somut görüntüyü yabancılaştırarak yeniden kurgularken özde gerçeklikten uzaklaşmaz; görünürde alışık olduğumuz, bize yabancı olmayan bir dünyanın özünde yatan kaotik çelişkileri, belirsizliği, anlaşılmazlığı gözler önüne serer. Bu nedenle de çağın insana yabancı gerçekliğiyle örtüşür.” (a.g.e, s.37) Çok daha genel anlamda ise şunu söylemek mümkündür: ‘Modern roman’ın en önemli isimlerinden Kafka, kimi diğer çağdaşlarıyla -Beckett, Joyce, Proust vb.- birlikte, pozitivist aklın ‘mutlakiyetçi’ anlayışı yerine ‘kuşkucu, sorgulayıcı, eleştirel’ aklı ikame ederek, bunun sağladığı özgürlüğü, sanatın sonsuz yaratma özgürlüğü ve yeteneğiyle buluşturmuştur. Bu yeni anlayış ise onu sahiplenenlerin yapıtlarına bir yandan içerik , biçim ve dil yoğunluğu ve çeşitliliği olarak yansırken, aynı zamanda gerek bireyin varoluş serüvenine ve gerekse toplumsal ilişkilerine anlam katacak ve gerçeklik olarak yeniden üretilecek, yeni ihtimaller ve imkânlar çokluğunu sunuyor olması bakımından gündelik hayatın ihtiyaçları ve talepleriyle de örtüşmüştür.. Buradan çıkan bir başka dikkat çekici sonuç, bireyin ihtimaller ve imkânlar çokluğundan mürekkep -bunun karmaşasını, kaotik mahiyetini de içeren- hayat ve dünya karşısında onu anlamaya ve değiştirmeye yönelik olarak, hem düşünce ve hem de etkin bir irade kapsamında özgürleşmesidir. Bir bakıma bu yeni edebiyat -yeni roman- karşısında bireyi zorlayan da -Einstein’ın bile zorlandığı- işte mahiyeti geniş bu yeniliktir. Burada okur artık yapıtın -ve de yazarın- elinden tutup dolaştırdığı, hedefi belli nihai sonla buluşturduğu pasif (edilgen) birey değildir; tam aksine o artık belirsizliğin -ihtimaller ve imkânlar çokluğu içeren belirsizliğin- doğurganlığı içinde kendi yolunu arayan; bir başka ifadeyle verili olan gerçekliğe (somut, nesnel gerçekliğe) teslim olmayan, o gerçekliği sorgulayan, eleştiren ve yeniden üreten, bu yoğun ve karmaşık sürece müdahil olan, aktif (dinamik) bir öznedir.
Modern roman’nın -edebiyatın, sanatın- sınırsız özgür ve bir o kadar da yaratıcı karakterinden gelen bu ‘avangardist’ (yenilikçi) niteliği, sadece kendisiyle sınırlı değildir kuşkusuz. Aksine onu ideolojik dogmalardan ya da siyasi dayatmalardan bağımsız kılan sınırsız özgürlüğünden veyaratma gücünden doğan ‘yenilikçi’ karakteridir ki ‘modern roman’ -modern edebiyat, sanat-, tam da bu nedenlerle, hayatın öncülüdür, onu önceleyendir de aynı zamanda. Daha net bir biçimde ifade etmek gerekirse ‘modern roman’ -modern edebiyat, sanat-, hayatın kendisinden beslendiği kadar, o hayatı aşan -geleceği önceden yaşayan- bir mahiyet de arz etmektedir. Kurgusuyla, biçimi ve içeriğiyle, diliyle, çizgisi ya da sesiyle, verili dünyayı anlattığı kadar, olması muhtemel ya da olması arzulanan gelecek hayatın ve dünyanın ipuçlarını da vermekte, buradaki ihtimaller ve imkânlar çokluğu içinden kendi gerçekliğini yaratabilmekte, seçenekler sunabilmektedir. Keza bireysel varoluşumuzun karanlık dehlizlerine kadar uzanıp oraya ışıklarını düşürürken, görünür toplumsal ilişkilerimizin görünmeyen dünyalarını anlamak, bu ilişkilerin dönüştürülmesine katkıda bulunmak bağlamında da ‘modern roman’ -modern edebiyat, sanat- son derece işlevseldir. Ve işte bütün bu nedenlerledir ki ‘modern roman’ -modern edebiyat, sanat- kendisiyle sınırlı kalmamakta, hayatın bütün alanlarına, ilişkilere, yerleşik zihniyetlere doğru taşarak, geniş bir kapsama alanında etkili olmaktadır.
Nitekim 20.yüzyıl başlarından itibaren sanatın bütün kompartmanlarında etkili olmaya başlayan, temel olarak “belirsizlik/olasılık/görecelik kavramlarının yön verdiği” ve “bütüncül gerçeklik” karşısında “parçalı gerçeklik” algısından hareketle anlam ve işlerlik kazanan bu anlayış, aynı yüzyılda giderek ideolojiler dünyasını, onların siyaset algısını ve pratiğini de etkiler hale gelmiştir. Bu bağlamda kendi totaliteleri içinde “bütüncül gerçeklik”in temsilcisi oldukları iddiasını taşıyan ideolojiler, hayatın karmaşık ve dinamik akışkanlığı karşısında esnemeye, buradan hareketle olaylar ve olgulara yönelik makro ölçekli “ya hep ya hiç” talepli mantığını terk etmeye, buna mukabil hayatın sunduğu ihtimaller ve imkânlar çokluğundan daha mikro ölçekli ‘parçalı’çözümler üretme, seçenekler sunma, hedeflenen -ya da idealize edilen- değişim ve dönüşümleri buradan gerçekleştirme yoluna gitmeye başlamışlardır. ‘Zamanın ruhu’na uygun, hayatı muhayyel bir geleceğe ve hedeflere ertelemek, onun zihinsel konformizminde pineklemek yerine, aktüel olana müdahaleyi öngören bu dinamik anlayışın, 20.yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan büyük altüst oluşlarla girilen 21.yüzyılın karmaşık dünyasıyla, onun sunduğu yeni ihtimaller ve imkânların çokluğuyla buluşarak anlam ve işlevsellik kazandığını söylemek, kanımca yanlış olmasa gerektir.
Eğer böyleyse, ülkemizde son günlerde gündemi meşgul eden “anayasa tartışmalarını” ve oluşturulması öngörülen yeni anayasanın yürürlükte olanın kısmi değişikliğiyle sınırlı kalmasını bu çerçevede değerlendirmek de daha gerçekçi olacaktır. Bu bağlamda yapılan düzenlemeleri, daha demokratik bir metin oluşturulması için gösterilen çabayı, sağlanan uzlaşmayı, bütüncül ve köklü bir değişiklik yapılmadığı gerekçesiyle tümden red ya da inkâr etmek veya önemsememek, tam da hayatın sunduğu ihtimaller ve imkânlar çokluğunu es geçmek, aktüel olana müdahale etmek yerine muhayyel bir geleceğin cennet hayaliyle yetinmek, zihni konformizmiyle avunmak demektir. Burada aslolan bir yandan mikro ölçekte çözümler ve seçenekler oluştururken, bir yandan da nihai hedefe ulaşacak çabaları sürdürmek olsa gerektir. Bu noktada temel alınması gereken vazgeçilmez ilke ise daha demokratik, daha özgür ve daha adil bir ülke yaratmak olmalıdır.