Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Türkiye’de Taksim Gezi Parkı’nda iki haftayı aşkın bir süredir devam edegelen ve son olarak taraflar arasında çözüme yönelik müzakerelerin başlayacağının gündeme gelmesiyle olumlu bir aşamaya geçildiği izlenimi uyandıran süreç, bu yazının yazıldığı gün itibarıyla (11 Haziran 2013) polisin göstericilere yönelik ölçüsüz şiddet içeren saldırısı sonucu yeniden çıkmaza girmiş görünüyor. Bundan sonra neler olur şu an söylemek mümkün değil, ancak İstanbul valisinin bu akşamki tehditkâr açıklamaları ve sürdürülen operasyon, iktidarın yöntem olarak diyaloğu değil, bir kez daha otoriter ve şiddet içeren tavrı benimsediğini gösteriyor.
Birçok yönüyle bir miladı işaret eden ‘Taksim Gezi Parkı Direnişi’ üzerine şimdiye kadar çok konuşuldu ve yazıldı; görünen o ki daha da çok konuşulacak ve yazılacak. Şu an itibarıyla gündemi belirleyen ve ilgi odağı olan bu süreçten hareketle kanımca genele yönelik bazı tespitlerde bulunmak da mümkün. Şöyle ki, bu tespitlerden bir tanesi toplumsal olayların her zaman için önceden öngörülemeyen bir mahiyetinin olabileceği ise; diğer bir tanesi de tam da bu öngör(ül)ememe hali nedeniyle verili olana yönelik serdedilen görüş, düşünce ve önermelerde her zaman için kısmî ya da tümden yanılma payının olabileceğidir. Bir başka ifadeyle, hayatın karmaşık dinamiği nedeniyle, her zaman için yaşanan süreçler karşısında, hem özneyi hem de nesneyi kuşatan sorgulayıcı, eleştirel bir tavır takınılmasının, bu bağlamda ezberlerin bozulup aşılmasının bir zorunluluk olduğudur. Bunun böyle olduğunu bizatihi hayat yeterince öğretiyor..Örnek mi?
Büyük sarsıntılar ve değişimlerle girilen yirmibirinci yüzyılda yaşanan gelişmeler bunun evrensel ölçekteki en belirgin örneğidir. Hatırlanacağı üzere yirminci yüzyılın son çeyreğinde önceden öngörülemeyen bir biçimde dönüşüme uğrayan uluslararası sistem, sonuçları itibarıyla hayatın her alanında büyük şok etkisi yaratmıştır. Gelişen sürecin önceden öngörülememesi bir yana, aynı zamanda hem yürürlükteki siyasal-ideolojik-düşünsel müktesebatın o ana kadarki tespitlerinin büyük oranda yanlış çıkmaları ve hem de oluşan yeni durumu anlamakta ve açıklamakta yetersiz kalmaları, söz konusu müktesebatın ve ona denk düşen zihniyet dünyalarının kendilerini çeşitli bakımlardan gözden geçirmelerini zorunlu kılmıştır.
Öncelikle şu açığa çıkmıştır ki, her görüş-ideoloji-düşünce yanılabilir. Yanılabilir, çünkü dışımızdaki gerçekliği algılama ve yorumlama biçimimiz son kertede kendimizle -kendi bilgimizle, bilincimizle, ideolojimizle- sınırlıdır; yani buradan ürettiğimiz doğrular, bütün nesnellik iddialarına rağmen nihayetinde özneldir. Bu durum, başka siyasal-ideolojik pencereden bakanların başka gerçeklik algılarının ve doğrularının olabileceğini ortaya koymaktadır ki, gerçeklik karşısındaki bu çoğulluk ve farklılık hali, son kertede o gerçeklik algısının bakanın kendisiyle sınırlı, oradan üretilen bilginin (doğrunun) da ‘eksik’, bir başka ifadeyle yanılabilir, yanlışlanabilir olduğunun ifadesidir. Eğer böyleyse, bu ‘eksik bilgi’nin tamamlanması ancak başka farklı-çoğul bilgilerin de dikkate alınmasıyla mümkündür. Bunu sağlamanın yolu ise farklı olanla (ötekiyle) diyalogtur-müzakeredir. Keza bir başka şey, kendi bilgi ve bilincimizin -kendi görüş, düşünce ve ideolojilerimizin- hayatın her alanında ve her an için sorgulanmaya ve eleştirilmeye açık olması kadar, kendisinin de olaylar ve süreçler karşısında sorgulayıcı ve eleştirel bir mahiyet taşıması gerektiğidir. Bu durum hayatı ‘makro’ seviyelerde okuma alışkanlığı içinde olan, hayata dair süreçleri ikili mutlak antagonizmalar (çelişkiler) karşıtlığı üzerinden okuyan, kendi konumlanışı o karşıtlığın bir tarafıyla sınırlayan ve bilgisini, bilincini, ideolojisini oradan üreterek, doğrularını oradan tespit edip mutlaklaştıran anlayışların, kendilerini gözden geçirmelerinin zorunlu olduğunu ortaya koymaktadır. Bir başka ifadeyle hayatın dinamik karmaşasının, ona içkin önceden öngörülemeyen potansiyel gücünün sadece ‘makro’ seviyede ve ikilemler üzerinden anlaşılmasının mümkün olamayacağıdır. Tam aksine onun içine nüfuz eden, ‘mikro’ seviyedeki çelişkilerin de gözetilmesi, bu bağlamda çoklu tavırlar ve yaklaşımlar sergilenmesinin zorunlu olduğu ve bu durumun da, başka (öteki) tavırlar, yaklaşımlar ve anlayışlarla diyaloğu (konuşmayı), müzakereyi gerekli kıldığıdır.
Son çeyrek yüzyılı aşkın süredir gerek evrensel ölçekte yaşanan gelişmelerin dayattığı; gerekse son günlerde Türkiye’de, kendisiyle sınırlı kalmayarak dünya gündemine oturacak kertede yaygınlık kazanan Taksim Gezi Parkı’nda yaşananların bir kez daha açığa çıkardığı husus da kanımca budur..Nitekim önceden öngörülemeyen ve hazırlıksız yakalanılan bu süreç; aktörleriyle, talepleriyle, sosyal-kültürel-ideolojik-psikolojik-ekonomik dokusuyla, çeşitlilikleri ve farklılıklarıyla, ilişkileriyle, söylemleriyle, pratiğiyle karşılığı merak konusu olan birçok soruyu içermektedir ve zaten şimdilerde akademik-entelektüel-politik çevrelerin büyük kesiminin yanıtlarını aradıkları da bu sorulardır. Aşikâr olan şudur ki, klâsik ideolojik şablonlar, düalistik yaklaşımlar üzerine kurulu geleneksel müktesebat, bu dinamik süreci anlamaktan ve anlamlandırmaktan uzaktır. Böyle olduğu içindir ki, örneğin iktidar kanadı ve Başbakan Erdoğan, yaşanan süreci, bütün bu karmaşık ve dinamik yapısından ve ilişkilerinden vareste kılarak, salt “iç ve dış düşmanlar” kaba tasnifi üzerinden açıklamaktan öteye geçememekte, bu siyasal-entelektüel körlük nedeniyle de, süreci anlamaya çalışmak bir yana, şiddeti tek yöntem kabul ederek, adeta yangına körükle gitmektedir. Keza, bu süreçte iktidar karşıtı bir pozisyon içinde olan, ancak benzer kaba tasnifli yaklaşımı kendi ideolojik-politik pencerelerinden yapamakla sınırlı kalanların da, karşı-şiddeti tek yöntem kabul etmek suretiyle, geniş katılımlı direnişçiler arasında yer bulmakta zorlanmaları ve marjinal bir konuma düşmeleri de kaçınılmaz olmaktadır. Hayatın dinamik ve karmaşık yapısını, bu bağlamda yaşanan süreci, ‘büyük başlıklar’ denklemi üzerinden okumaya çalışanlar, o sürecin derinliklerine nüfuz edemeyeceklerinden, onu anlamakta, anlamlandırmakta, hissetmekte ve nihayet çözümlemekte yetersiz kalacaklardır.
İşte tam da bu noktada öne çıkması gereken ‘diyalog’ (konuşma-müzakere) kavramını yeniden hatırlamakta ve altını bir kez daha çizmekte yarar vardır.
Sosyolog Zygmunt Bauman “Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm –Küresel Çağda Sosyal Eşitsizlik” (Say Yayınları) kitabında, “Ezberlenmiş görüşler ve edinilmiş beceriler genelde eylemler için yetersiz ve genelde hatalı, hatta aldatıcı rehberler olduğundan....”(s.214), genel durumu anlamak için farklı insan deneyimleriyle, onların zihniyet dünyalarıyla diyaloğa girmenin bir zorunluluk olduğunu söyler ve diyaloğu şöyle tanımlar: “Diyalog tabii ki zor bir sanattır. Tarafların meseleleri kendi istedikleri tarafa çekmelerindense, karşılıklı olarak meselelere açıklık getirme niyetiyle sohbete oturmaları anlamına gelir; seslerin sayısını azaltmaktansa çoğaltmak; geniş çaplı oybirliği (tektanrıcı hayallerin patavatsız baskıcılıklarından arındırılmış o yadigârı ) elde etmeyi hedeflemektense, olasılıklar kümesini genişletmek; karşı tarafın yenilmesini sağlamaktansa, karşılıklı anlayışı sağlamaya çalışmak ve neticede, sohbeti bitirme yerine, onu devam ettirme dileğiyle hareket etmek.” (s.215) Bauman devamla diyalog adına bu yapılacakların hayatlarımızı kolaylaştırmayacak olsalar da onu anlamamız ve anlamlandırmamız adına “hiç bitmeyen bir keşif serüvenine dönüştürme” sözü verdiklerinin altını çizmektedir.
Çok farklı kesimleri bir araya getiren; gerek toplumsal-siyasal-ideolojik-kültürel-psikolojik-ekonomik karakteri, gerek talepleri, gerek söylemleri ve gerekse mücadele yöntemleriyle çok farklı bir pratiği ortaya koyan, diyalojik ve empatik bir duruş sergileyen ‘Taksim Gezi Parkı Direnişi’ tam da bu özellikleri nedeniyle bir milattır. Bu miladı geleneksel müktesebatlar içinden okumak, buradan çözümler üretmeye çalışmak, hayat karşısında eksik kalmak, anakronik duruma düşmek demektir ki Ak Parti iktidarı ve Başbakan Erdoğan’ın şu andaki konumu budur. Burada ısrarcı olmak beyhude bir çabadır; toplumsal-siyasal gerilimi artırmak, yangına körükle gitmektir.
Bunun böyle olduğunu hayatın kendisi öğretmektedir..