Rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın tüm hayatı boyunca belki de en mutlu olduğu ve en güzel hatıralarının bulunduğu yer Alona köyü idi...
Alona köyünün nerede olduğunu bilmeyenler için yazayım: Alona bir dağ köyü... Şu anda Kıbrıs’ın güneyinde kalan Trodos dağlarının kuzey tarafında Madari ile Babutsa sıra dağları arasında, 1200 metre yükseklikte ve Lefkoşa’ya bağlı bir köy...
FINDIK, CEVİZ, BADEM, KİRAZ, ÜZÜM...
Köy, geleneksel bir Kıbrıslırum köyü, köyde hiçbir zaman Kıbrıslıtürkler yaşamamış fakat burada ev kiralayıp tatile giden aileler vardı geçmişte...
Köyde ağırlıkla fındık yetiştiriliyor ancak ceviz de, badem de, pek çok meyva ağacı da yeşil bir halı görünümü veriyor uzaklardan baktığınızda Alona’ya... Mayıs ayında kirazlar çıkıyor ve taa Kasım ayına kadar da köyün güzel üzümlerinden tatmak mümkün...
İlkbaharda badem çiçeklerinin ve diğer meyva ağaçlarının çiçeklenmesiyle köy mis gibi tütüyor, yaz aylarında yemyeşil ve ferah, sonbaharda sararan yapraklarla romantik bir yere dönüşüyor Alona...
ALONA PANAYIRI...
Yaşlı asma ağaçlarının gölgesinde yaz aylarında tam bir dinlence yeri oluyor Alona ama normalde bomboş bir köy şimdilerde... Tek tük insan yaşıyor buralarda – ancak Ağustos ayında köy canlanıyor çünkü şehirlerden köye yaz sıcağından kaçmak isteyenler geliyor ve her yıl 15 Ağustos tarihinde de Alona Panayırı yapılıyor... Geleneksel Kıbrıs müzikleri ve Kıbrıs yiyeceklerinin sergilendiği bu panayıra henüz hiç gidemedim ama kısmetse bir gün, annemin hatırasına gitmek istiyorum...
ANNEMİN EN MUTLU OLDUĞU YER...
Rahmetli anneciğimin tüm hayatı boyunca en mutlu olduğu yer, işte bu Alona köyüydü Kıbrıs’ta... 1940’lı yılların sonlarında, ben henüz dünyaya gelmeden yıllar önce (ben 1958 doğumluyum) rahmetli babacığım Niyazi Uludağ bu köyde bir ev kiralıyormuş ve annemle ablam ve abimi orada üç aylığına yaz tatillerini geçirmeye götürüyormuş... Kendisi de Lefkoşa Belediyesi’ndeki işine gidip geliyormuş... Annem ve evlatçıkları bu köyde yalnız değillermiş çünkü annemin en samimi arkadaşlarından biri olan rahmetlik Mürüde Hanım da onlarla birlikte bu köyde ev kiralıyormuş yaz tatillerinde...
SUYOLCU FİKRİ BEY’İN EŞİ MÜRÜDE HANIM...
Suyolcu Fikri Bey’in eşi olan Mürüde Hanım, Çağlayan mahallesine çok yakın bir yerde, Lefkoşa’da Hisarüstü’nde yaşıyorlardı... Evlerini çok iyi hatırlıyorum... Evin tam karşısında Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kreşi bulunuyordu... Az ileride köşeyi dönünce Zafer Sineması’na gidebiliyordunuz... Zafer Sineması’nın karşısında rahmetlik Anibal’ın kışlık lokantası vardı...
Zafer Sineması’na gitmeden köşede Ayşen Hamitoğlu’nun hummusuyla meşhur lokantası bulunmaktaydı... Ayşen Hamitoğlu çok güzel bir kadındı, sanki de Renoir’ın tablolarından çıkmış gibi tombul, beyaz ve güzel gözlü, güzel kaşlı bir hanımdı... Her zaman gülümseyen, hatırelli bir insandı... Yardımseverdi... Bölge halkı onu çok severdi... Ayşen Hamitoğlu’nun oğlucuğu Yalkın Hamitoğlu, bir dönem gazetemizde çalışmaktaydı... O da, tıpkı annesi gibi, her an gülümsemeye hazır, sevecen bir insandı...
Ayşen Hamitoğlu’nun lokantasından Zafer Sineması’na doğru dönmeyip de düz ilerlediğinizde, bir diğer köşede ise Halide’nin kahvesi vardı, bu kahveyi de, kahvehaneci rahmetlik Halide’yi de hatırlıyorum... Aklımda kaldığına göre kısa boylu, kısa siyah saçlı bir kadıncağızdı...
GÖZLERİNDE HEP HÜZÜN VARDI...
Mürüde Hanım’ı ise çok çok iyi hatırlıyorum – çok uzun boylu, çok ince, çok esmer ve çok güzel bir kadındı... Gözlerinde hep bir hüzün vardı...
Alona’da ev kiraladıkları günlerden yıllar sonrasında tanıdım onu ben, eşi vefat etmişti, hüznü belki de bundandı... Bize çok gelirdi, biz de ona giderdik anneciğimle...
Annemle Mürüde Hanım hep fısıldaşırlardı, birbirlerine dertlerini anlatırlar, sırlarını, üzüntülerini, sevinçlerini paylaşırlardı... Bazan birlikte gülerler, bazan birlikte ağlarlardı... Kahve içerler ve birbirlerinin fallarına bakarlardı...
KAHVE FALI BİR İLETİŞİM ARACI...
Bu, Kıbrıs’ta çok güzel bir gelenek yani kahve falına bakılmasını kastediyorum... Kıbrıs’taki fincana bakma geleneğinin “sihir”le falan alakası yoktur, bu daha çok birbiriyle kibarca konuşma, birbirinin düşüncelerini, duygularını ve yaşamlarıyla ilgili ayrıntıları öğrenme aracıdır... Bu, kadınlar arasında bir tür iletişim aracıdır...
Küçükken mahallemizdeki kadınların erkenden kalkıp evlerini temizleyip tertiplediklerini, yemeklerini bastırdıklarını ve belki sabah saat 10 gibi, mahalledeki evlerden birinde kahve içmek, fal bakmak, birbirleriyle görüşmek üzere toplandıklarını hatırlıyorum...
BİRLİKTE MULUHİYA AYIKLANIRDI...
Eğer mevsimiyse, birlikte muluhiya ayıklanırdı, zorlu bir işti bu, saatler alan bir işlemdi... Ancak birlikte ayıklanınca, daha hazılı ilerlenirdi... Muluhiya, Kıbrıs’ın geleneksel yemeklerinden birisi – kuzu eti, dana kuyruğu veya tavukla, domadez, soğan ve bol ekşiyle pişirilen bir yemek, suyuna ekmeğinizi batırıp yediğiniz sulu bir yemek... İnanıyorum ki bu yemeğin kökleri Mısır’dadır ve büyük olasılık Mısır’dan gelmiştir Kıbrıs’a “Muluhiya”... Muluhiya, bir zamanlar Mısır’da yalnızca krallarla kraliçelerin yediği bir yemekmiş – sade halkın muluhiya yemesi yasakmış... Mısır’da pişirildiği şekil daha farklı, daha çorbamsı – bizde etsiz muluhiya yemeği düşünülemez... Ama muluhiyanın en güzel yanı bence, birkaç sokak öteden kokusunun duyulması, muluhiya pişirilen bir evden dalga dalga o güzel kokunun tüm mahalleye yayılması olsa gerek... Yazın toplanıp kurutulan ve bez torbalarda serin bir yerde saklanan muluhiyayı, yaz kış pişiriyoruz ve severek yiyoruz...
Mahallede sabah kahvesi için toplanan komşularımız eğer muluhiya ayıklamıyorlarsaydı birlikte, o zaman taze fasulya ayıklamaya yardım ediyorlardı... Birlikte oturuyorlar, konuşuyorlar, birlikte biraz iş yapıyorlar, azıcık dedikodu yapıyorlar ve birbirlerinin falına bakıyorlardı... Biz çocuklar da evlere girip çıkıyor, sokakta oynuyor, koşup bir bisküvi ya da şekerli ekmek yemeye ya da biraz su içip tekrar sokakta oyunumuza devam etmeye gidiyorduk... Bu arada annelerimizin konuştuğu ancak duymamamız gereken şeyler de kulağımıza çalınıyordu istemeden bu sabah toplantılarında...
KASAP MAHMUT’UN AYŞANIM...
Belki de bu yüzden, rahmetlik anneciğim Mürüde Hanım’la ya da bir diğer çok samimi arkadaşı olan Kasap Mahmut’un hanımı Ayşe Hanım’la bir araya geldiklerinde, birbirlerine fısıltıyla konuşuyorlardı zaman zaman, biz çocuklar ya da başkaları bir şey duymasın diye...
Kasap Mahmut’un evini ve dükkanını da çok iyi hatırlıyorum – onlara da çok giderdik... Kasap Mahmut’un hanımı Ayşanım da, tıpkı Mürüde Hanım gibi, gözlerinde hüzün olan bir kadındı... Annemle fısıldaşıp dururlardı...
Anneciğim 1917 yılında Konedra’da dünyaya gelmiş ve 2005 yılında vefat etmişti... Kıbrıs’taki bütün çatışmaları yaşadı, İkinci Dünya Savaşı’nı da yaşadı ve bu savaş esnasında ilkyardım ekiplerinde görev aldı, yaralıları nasıl tedavi edeceği, insanları nasıl sığınaklara koyacağı gibi konularda özel eğitim aldı... O bir öğretmen, bir kütüphaneci, harika bir anneydi – onu gerçekten çok özlüyorum...
HER ZAMAN ALONA...
Ancak hayatının en mutlu dönemine gelince, her zaman Alona’dan söz ederdi. Barikatlar açılmadan önce veya sonrasında herhangi bir Kıbrıslırum’la tanışır tanışmaz, ilk söylediği şey Alona olurdu... Herhangi bir yabancı gazeteci veya yurtdışından herhangi birisi gelip beni ziyaret ettiğinde, onlara da ilk önce Alona’dan söz etmek isterdi... “Ama anne, onlar Kıbrıslı değil, Alona’yı nereden bilecekler? Vazgeç” desem de, asla beni dinlemez, kendi bildiğini okurdu...
“Bilir misiniz, biz kardeş gibi yaşardık” diye girişirdi söze... “Alona’da ev kiralar, orada geçirirdik yaz tatillerimizi... Çok mutluyduk... Biz barış isteriz... Bu şekilde yaşamak istemeyiz... Geçmişte yaşadığımız gibi, kardeş gibi yaşamak isteriz yeniden” diye anlatırdı anneciğim...
Kıbrıs’tan en iyi hatıraları Alona’dandı. Bu dönem “milliyetçilikler”in insanlarımızı baskı altına almaya henüz başlamamış olduğu, henüz etkili olamadığı yıllardı... Ben henüz dünyaya gelmemiştim, yalnızca ablam İlkay Adalı ve abim Alper Uludağ vardı... Her yıl Alona’da ev kiralayıp orada üç ay kadar kaldıkları zamandan söz ediyorum... Abimle ablam Rumca konuşmayı, Kıbrıslırum çocuklarla bu köyde oynayarak öğrenmişlerdi annemin anlattığına göre...
Rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ, ölmeden önce Alona ziyaretinde (en solda), bizi Alona'ya götüren arkadaşımın annesi (ortada) ve Alonalı bir Kıbrıslırum kadınla birlikte...
(Devam Edecek)
“Bir boya şişesi ve hatıralar...”
Belgin DEMİREL
Bizim kuşağın okul dönemlerinde, Pazar günlerinin bir bölümü üniforma yıkayıp, ütüleme ve ayakkabı boyama ile geçerdi. Çünkü Pazartesi sabahları okullarda üniforma ve tırnak kontrolü vardı. O dönemlerde Cumartesi günlerinde de okul olduğu için, üniforma yıkama, ayakkabı boyama ve tırnak kesme işleri için tek günümüz Pazar’dı.
Yanlış hatırlamıyorsam, 70’li yıllarda memurların çalışma günleri hafta içi beş güne inince, okullar da Cumartesi günleri tatil olmuştu.
Carr’s boya şişesi, ayakkabı fırçası, boyayı ayakkabıya sürmek için eski bir bıçak veya kamış parçası ve ayakkabıları iyice parlatmak için yünlü bir kumaş parçasından oluşan dörtlü, vazgeçilmezimizdi.
Boya şişelerini, savaş kuşağı olarak, evlerin bahçelerine L harfi şeklinde kazılan, genellikle bir metre eni, iki metre uzunluğu, bir buçuk metre de yüksekliği olan sığınaklarda da kullanırdık. Daha doğrusu bulundururduk. Şişenin içine lambasuyu konur, o dönemlerde teneke olan kapağına delik delinerek, içine fitil sarkıtılır, böylece bir tür gazlı lamba yapılırdı. Ateş yakma meraklısı biz çocuklar, büyüklerin tenhasını kıstırıp, sığınağa iner, mutfaktan aşırttığımız kibritlerle boya şişesinden yapılmış bu gaz lambasını yakarak, sığınakta oturup, savaş çıkarsa neler olabileceği konusunda hayaller kurardık.
Bir mezardan farksız, hemen her evin bahçesine acemice yapılmış bu sığınakların, aslında savaşta hiçbir işe yaramayacağını, 74 Temmuz’unu yaşayınca anladık. Savaş, pek çoğumuzun yerini, yurdunu değiştirdiği gibi, yaşam biçimini ve değerlerini de değiştirdi.
Son bir yıldır da Covid-19 virüsü yaşam biçimimizi değiştirdi. Sosyo psikolojik etkileri belirlemek ve değerlendirmek için, araştırmalar çoktan başladı. Konunun uzmanları, ciddi ciddi çalışadursun, ben altı yaşındaki ilk angonim sayesinde bir süre eğlendim...
Biliyorsunuz, virüsle birlikte literatürümüze ‘online eğitim’ de girdi. Örgün veya yüzyüze eğitim, bulaşma riskini artırdığından, internet aracılığıyla eğitim başladı. Kızımla damadım angonimi özel bir okulun birinci sınıfına yazdırdılar. Anne-baba çalıştığı için, hiç sınıf ve okul bilinci olmayan Noah’cığı bilgisayarın önünde tutmak, bir yandan da henüz 6-7 aylık olan diğer angoninin ihtiyaçlarını giderip, bakmak da nene olarak bana kaldı. İşte o zaman, o ayakkabı boyamaların, üniforma giymenin, sınıfta arkadaşlarla iletişim içinde olmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım. Ayrıca benim durumumda olanların varlığını da internet bağlantısı kesilip, bağlantı tekrar kurulunca anladım. Çünkü bilgisayardan, “Gel menem da bağlandı!” diye bir ses geliyordu.
Ekrana bakıyorum: Bölünmüş ekranın ortasında öğretmen, çevresinde de 4 kız ve bizimki de dahil 3 oğlan çocuk net görünüyor. Bir karedeyse sadece tepesindeki saçların bir bölümü göründüğünden, kız mı oğlan mı olduğunu bir türlü çıkaramadığı bir çocuk. Kızların biri su sebilinin önünde oturuyor ve yüz ifadesi hiç değişmiyor; acı içindeymiş gibi bakıyor. Diğer kız belli ki mutfakta izliyor dersi; geride bir kadın (muhtemelen annedir) sıklıkla buzdolabını açıp, kapayarak birşeyler alıyor. Her açtığında da ağzına birşey atıyor.
Her çocuğun ekranında ismi de yazıyor. Bir ara öğretmen “Sen söyle Mustafa, kaç yaşındasın?” diye soruyor. Mustafa, aniden önünde oturduğu masanın örtüsünü başına geçiriyor. Artık ekranda Mustafa yerine yeşil ve bej renklerin hakim olduğu kareli bir örtü var. Öğretmen çaresizliğinin farkında, ısrar etmiyor. Gözü ekranda ama suratı asık kız, “Anne, ders bitti mi?” diye soruyor. Oğlanlardan biri, kollarını savurarak, kültür-fizik hareketleri yapıyor. Diğer oğlan ise parmakları ile oynuyor; belli ki başka dünyadadırlar, buralarda değil. Bizimkisi, ekran başını cazip kılsın diye hazırladığım limonatasını içti, bu arada elinin tersi ile ağzını silip, nemlenen elini şortuna sürdü.
Arada bir görüntü kopuyor, o an ekranda bulunan yedi çocuğun yüzündeki ferah ifade görülmeye değer. Aralarından biri, “Öğretmen kayboldu!” diye sevinç çığlığı atıyor. Birkaç dakika geçmeden tekrar görünüyor öğretmen. Geriden bir ses işitiyorum yine, “Gel nenem da bağlandı!”
Günler böyle geçip gitti bir süre. Birkaç hafta sonra virüs ve bulaşların artacağı öngörüsü ile radikal bir karar vererek, angoni Noah’nın okul kaydını sildirdik. Gelecek yıl, sınıfının büyüklerinden olarak, virüssüz bir ortamda okuluna başlamasını diliyorum. İlk harçlığı ve üniforması benden olacak. Ona ayakkabılarını nasıl boyayacağını da öğreteceğim...
DEVAM EDECEK