KIBRIS’TAN HATIRALAR…
Geçtiğimiz günlerde bu sayfalarda iki bölüm halinde yayımladığım, rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın en mutlu olduğu yer olan Alona’dan hatıralarıyla ilgili olarak, abim Alper Uludağ bana iki fotoğraf gönderdi… Alona’dan çekilmiş olan bu fotoğraflardan birisinin “Fodistra” denen ve subaşında her sabah annemlerin kahvaltı ettikleri yerde çekilmiş olduğu anlaşılıyor. Kalabalık fotoğrafta ablam İlkay Adalı ve abim Alper Uludağ da var ve anneciğim bir domadezi tutuyor havada…
Fotoğraf 1953 yılında çekilmiş…
Aslında annem bu fotoğrafın öyküsünü hep anlatırdı bize – 1953 yılı yaz aylarında bu fotoğraf çekilirken, arkasında duran Kıbrıslırum kadın, elindeki bıçağı şaka olsun diye annemin boynuna dayamış – anneciğim de kahvaltı için götürmüş olduğu iri ve kırmızı bir domadezi alarak, bıçağın altına dayamış… Böylece bıçak boynuna değil, domadeze dayanmış fotoğrafta…
Abimin gönderdiği ikinci fotoğraf ise Ağustos 1954’te çekilmiş… Bu fotoğrafta abim ve ablam, annemle birlikte Alona’da görülüyor. Bu, Alona’ya son gidişleri olmuş… Ondan sonraki yıl EOKA faaliyete geçtiği için, 1955 sonrası Kıbrıs artık kana bulandığı için bir daha asla Alona’da tatile gidememiş aile…
Ben de Alona’yı ancak barikatlar açıldıktan sonra, 2003 sonrasında görebilmiştim…
Aslında ondan önce Alona’yı gidip görmeyi çok istemiştim çünkü annemin sürekli olarak bahsettiği bir köydü – hatta Yurtsever Kadınlar Birliği ile POGO’nun karşılıklı etkinliklerinde annemle birlikte güneye geçtiğimiz zaman (barikatların henüz kapalı olduğu yıllarda, ender izin alabildiğimiz durumlardı bunlar) yana yana annemi Alona’ya götürecek bir vasıta ayarlamaya çalışmış ama bunu bir türlü becerememiştim…
2003 sonrası barikatlar açıldığı zaman bin bereket versin bu organizeyi yapabildim ve arkadaşım Agni’nin annesi Emili ve babası Emilios Hassabi, bizleri alıp Alona’ya götürdüler. Annemle Alona’yı gezdik… Ortalıkta in cin top oynuyor olsa dahi, 1940’lı yılların sonlarında ve 1950’li yıllarda her yıl üç aylığına kiraladıkları direkler üstündeki iki katlı evi de bulduk…
Ev sıkı sıkı kapalıydı, köyde zaten tek tük insan vardı… Biz sonbaharda gitmiştik Alona’ya – meğer ancak Ağustos ayında köyün canlı olduğunu öğrenmiştik…
İLK DÜDÜKLÜ TENCERE…
Abim Alper Uludağ da kaleme aldığım annemin hatıralarını okuduktan sonra bana bir not yazıyor ve şöyle diyor:
“Alona’da hiç unutamadığım bir olay da İLK düdüklü tencerenin alınışı ve ilk kullanımda, basınçtan dolayı patlayışı…
Alona’daki ev, direkler üstü idi, alt katta da mutfak ve merdiven ayağının altında da tarhana yapmada kullanılan büyük küp vardı…
Babam her Pazartesi sabah erkenden köy otobüsü ile Lefkoşa’ya gider, ancak Cumartesi öğlen 1’deki otobüs dönüşüyle, köye öğleden sonra gelirdi…
O haftasonu da Lefkoşa’ya yeni yeni gelen düdüklü tencere getirdi. İlk yemek olarak da çok sevdiği kuru fasulya pişirmek istediler.
İslimin üstünde düdüklü kaynamaya başlayınca çıkardığı düdük sesi gibi seslerin normal olduğunu düşündüler. 20 dakikada pişer deyip üst kata çıktılar.
Tabii aşırı basınçtan bir müddet sonra düdüklü, büyük bir patlama sesi ile kapağını tavana fırlattı, içindeki fasulyalar da tavanı oldukça kapatacak kadar yayılıp tavana yapıştı… Odada birinin olmaması büyük şans…
Neticede tencereden geri kalan acenteye verilip yenisi ve gerekli nasihatlar alındı…
Andrulla’yı hayal meyal hatırlarım, yüzü benli, iri yapılı bir kız diye… Eşek binmeyi ve idare etmeyi öğrendiydim ve köyden arkadaş Andrea ile ikimiz binip gezebiliyorduk…”
ALONA ÖNCESİNDE MELUNDA’DA TATİLLER…
Henüz ben doğmadan önce Ermu Caddesi yakınında Ayios Yakovos Sokağı’ndaki ailemizin evinde bahçe olmadığı ve çimento döşeli küçük bir avlu olduğu için yaz aylarında burası çok sıcak olurmuş… Annemin hatıralarına bakacak olursak, bu yüzden her yaz, Melunda’ya hava tebdiline giderlermiş… Alona öncesinde Melunda’da tatile çıkan ailemizin o günkü hatıralarını rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın kaleme aldığı kendi hatıralarından aktarmak istiyorum:
“… Kadina isimli bir kadınımız vardı, haftada bir gelir, çamaşır yıkar, mermerleri siler giderdi. Evimizin bahçesi yoktu, küçük çimento döşeli bir avlumuz vardı sadece. Yazları sıcak olduğu için her yaz hava tebdiline giderdik. Oğlumuz doğmadan Melunda’ya gider, Muhtar Mustafa Efendi’nin evinde kalırdık.
Orada kaldığımız müddet, her gün köylülere kızımın giydiği elbiselerden veya şapkalarından dikerdim. Onlar da bana palaz, zeytinyağı, hellim getirirlerdi.
Köylülerin palazlarını günde bir iki palaz kaynatır, bir gün pirinç, bir gün makarna veya patates atar, hem çocuğua yedirir, hem de ben yerdim.
Eşim vazife icabı Lefkoşa’da kalır, Çarşambaları ve haftasonlarını beraber geçirirdik. Mahan aba (Muhtar’ın hanımı), kızı Münevver, oğlu Ali, torunu Mevhibe, hep beraber, çok güzel günler geçrirdik. Benim pirinç pilavımı çok sevmişlerdi. O zaman pirinç vesika ile alınırdı fakat Muhtar’ın dükkanı vardı ve bize pirinci bol bol verirdi, palaz veya tavuk suyuna pilav yapar, hep beraber yerdik. Odalar dolusu zeytinleri vardı, istediğimiz kadar seçer alırdık. Tarhanamızı, bulgurumuzu da hazırlamıştık. Geceleri hanayın balkonuna oturur ve Azmi Dayı’nın keman çalıp çağırdığı şarkıları, türküleri dinlerdik. Çok güzel, mnutlu günler yaşardık Melunda’da…”
KAYIP SAHAN…
“Oğlum Alper, iki yaşında olmuştu… O yıl yanı 1949’un Haziran ayında Suyolcu Fikri Bey ve eşi Mürüde Hanım ve kızları Filiz ve Konce ile hep beraber “Alona” isimli bir dağ köyüne gitmiştik. Oraya Lefkoşa’dan pek çok aile, Rum, Türk, hava tebdiline giderlerdi… Köyde badem, ceviz, fındık, incir, üzüm, elma, armut ve her çeşit sebze ve meyve vardı. Havası çok güzeldi Alona’nın…
Bir gün Mürüde Hanımlar ve bizim aile, erkeklerimizle beraber et alıp dağlara, subaşına gittik, kebap çevirdik, yedik içtik. Karpuz kestik, yedik. Karpuzları irice bir sahan (demir kap) içine kesmiştik. Tepeler basamak basamak yapılmış, erozyona karşı tedbir alınmıştı. Sahanı duvar gibi olan basamağa koyduk, dönüşte sahanı orada unuttuk, eve döndük. Sepetleri, çantaları boşalttık, sahan çıkmadı. Acaba Mürüde Hanım’a mı karıştı dedik, sorduysak sahan onlarda da yoktu. Kebap yaptığımız yerde unutmuştuk sahanı. Onu bana evlenirken annem vermişti. Yazık oldu dedim, üzüldüm.
Tam o sırada Desteban bize seslendi. “Nasılsınız? Memnun musunuz? Bir ihtiyacınız var mı?” diye sordu. Teşekkür ettik, “Herşey tamam” dedik. “Yalınız bugün subaşında, sahanımızı unuttuk” dedim.
Rum Desteban, “Hiç merak etmeyin, eğer hakikaten orada unutulmuşsa oradadır, ben bakarım” dedi ve gitti. Yarım saat olmadan da elinde sahan ve üçinde üç parça karpuzla bize uzattı sahanı.
“Karpuzları özellikle dökmedim. Belki alıp evime götürdüm zannedersiniz” diye onları da getirdim… Bizim köyde hırsız yok. Kimse kimsenin malına dokunmaz. Sahibini bulamadığı bir şeyi de muhtara götürür. O araştırır ve sahibini bulur, verir” dedi. Çok memnun olduk. Teşekkür ettik.
ALONA’DA HAFTASONLARI…
Cumartesi geldi mi Rum kadınlar sanki ertesi gün bayram olacak gibi hazırlanırlardı. Yemekler, tatlılar yaparlar, her tarafı siler, süpürürler, potinler boyanır, elbiseler yıkanır ütülenir, banyo yapılır ve akşama doğru kahvelere giderdik.
Akşam üzeri köyün arabası gelir, Lefkoşa’dan gelen eşlerimizi karşılar, yüklü gelen adamlara hanımlar, çocuklar yardım eder ve eşyalar eve taşınırdı. Komşular ve arkadaşlar, kendilerine gelen tatlı veya pastalardan bize ve diğer arkadaşlara da yollar, biz de onlara dondurma gönderirdik. Eşim kocaman bir termos dolusu dondurma getirirdi. Bize gelen tatlı veya pasta tabağına biz de dondurma koyar, çocuklarla gönderirdik. Çocuklar dondurmaya bayılırlardı.
Cumartesi akşamları her aile kendi evinde istediği gibi yer içer, eğlenirdi. Ertesi gün de iş yapılmaz, köylü Rumlar kiliseye giderdi ve Cumartesi yapılan yemekleri yerlerdi. Akşam üzeri de yine ailece kahveye gidilir, orada eş dost buluşur, sohbet eder ve çocuklar tavla oynar veya sessizce kitap okurlardı. Papazları onlara daima birbirlerine ve bilhassa misafirlere iyi davranmalarını, yardım etmelerini öğütlermiş. Köyde hırsız, vursuz olmadığı için genç kızlar, ellerinde fenerler tepelere çıkarlar ve bir hasır büyüklüğündeki küçücük bahçelerini sularlardı. O küçük bahçede salatalık (hıyar), domadez, tatlı ve acı biber, pazı, ıspanah, soğan yetiştirirler ve misafirlere satarlardı. Bahçelerinde de kocaman armutlar, elmalar, erik, üzüm, incir gibi çeşitli meyveler yetiştirir, satarlardı. Kocaman armutları alır ve masanın çekmecesine koyardık, birkaç gün içinde armutlar sararır ve tatlı ve sulu meyve olurdu. Fındıkların okkası (kilo değil, okka) üç kuruştu. Bir şilin o zaman dokuz kuruştu. Bir şilin verir, üç okka fındık alırdık. Evin bir köşesine yığar, girer çıkar yerdik. Bahçemizde de üç dört ağaç diş bademi vardı. Ev sahibi bize “Bademler sizindir, ne kadar isterseniz toplayın, çocuklar bol bol yesin” derdi. Fındık, badem derken bir azı dişim çatlamış ve Lefkoşa’ya gelince doktora gidip dolgu yaptırmak zorunda kalmıştım. O dolgu tam otuz sene ağzımda kaldı ve bir gün karamel bir şekere yapışıp çıktı. Tekrar dolgu yaptırdım ama ilk dolgu kadar sağlam olmadı. Bir iki senede düştü.. Tekrar dolgu yaptırmam gerek ama bir türlü yaptıramadım…
Alona’dan dönüşte bir torba ceviz, bir torba fındık, bir torba diş bademi, bir torba taş bademi alır gelirdik. Çocuklara çeşitli şeyler mesela çıtırpıtır (şekerli badem kızartması), badem ezmesi ve tepsiyi yağlayıp içine eritilmiş şeker döker, ağartılmış ve kızartılmış badem döker, tabağı sağa sola çevirerek bademlerin şekerin üstüne yapışmasını sağlar, soğuyunca tabağı ters çevirir ve kubbe gibi şeker içinde kızartılmış ve ağartılmış bademler görünürdü. Sonra onu parça parça keser yerdik, cevizleri hep kuru incirle yer, hem de Ramazan’da bol bol güllaç yapar yerdik. Oğlum en çok fındık kırmayı severdi… Dedemin bakkallık zamanından kalma demir üçönge ile bir avuç fındık onu saatlerce oyalar, ben de rahat rahat işimi yapardım…”