Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
İnsan yaşamak için ԁoğmuştur, yaşamaya hazırlanmak için ԁeğil. Boris Pasternak
Hayatın anlamı hepimiz için ister farkında olalım ister olmayalım çok büyük bir sorudur. Bu sadece entellektüel merakımızı tatmin etme açısından önemli değildir. Bundan çok daha önemli olan yaşamımızı tatmin edici bir şekilde yaşama açısından, ruhsal anlamda da çok önemli bir sorudur.
Logotherapy’nin kurucusu Viktor Frankl 2. Dünya savaşında Auschwitz toplama kampından kurtulabilen az sayıdaki Yahudiden biri olan bir psikiyatrdır. Toplama kampındaki deneyimlerini kalem aldığı eşsiz kitabı İnsanın Anlam Arayışı’nda yaşamında bir anlamı olan insanların toplama kampında hayatta kalma konusunda daha şanslı olduğunu gözlemlemiştir. Kitabın bir yerinde şöyle der: “Bir insanın, yaşamın yaşamaya değer oluşuna ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu varoluşsal bir bunaltıdır. Ama kesinlikle bir ruh hastalığı değildir.”
Çağımızda anlam duygusunu kaybetmiş olmamızın birçok nedeni vardır. Bunlar arasında en önemlisi hızdır desek abartmış olmayız. Çağdaş yaşam biçimi öylesine hızlı bir şekilde akmaktadır ki, bu yaşama ayak uydurabilmek için biz de gerek bedensel gerekse zihinsel olarak hızlanmak zorunda kalırız. Ancak gariptir ki “ne kadar hızlanırsak zaman o kadar hızla geçer” ve bu da yaşamın sakin ve büyük akışını hissetmemizi ve bizim de onun temposuyla akmamızı olanaksız kılar. Yaşamın telaşsız, sakin ama enerji ve yaratıcılıkla dolu olan akışını kaçırmak onun anlamını da kaçırmaktır bana göre. Seneca’nın dediği gibi “Hayatı kaybetmekten ԁaha acı bir şey varԁır, yaşamın anlamını kaybetmek.” Hayatında bir anlam bulamayan bir insan çoğu zaman kendini ruhsal anlamda ölmüş olarak hissedebilir. Logotherapy gibi varoluşsal terapilerin ana amacı da yaşamımızın anlamını bulmakta bize yardım etmektir. Bu iş göründüğü kadar kolay değil, çünkü yaşamda anlam bulmak sadece aklımızla yapacağımız bir keşif değildir. Bütün kapasitemizle kendimizi bu anlama adamıyorsak anlamı bulmuş sayılmayız çok defa. Bulsak da kısa sürede bu anlamı kaybederiz.
Kıbrıs toplumunda yaşayan bizler de çözümsüzlüğe eşlik eden umutsuzluk ve çaresizlik karşısından yaşamın anlamı duygusunu kaybedebiliriz. Ancak anlam tam da bu noktada ortaya çıkar işte, bütün umutsuzluğa rağmen bu adada özgür ve birlikte üreten insanlar olarak nasıl yaşayabiliriz?
Yaşamın bir anlamı var mı? Yoksa anlamsızlık rüzgarlarıyla savrulmaya mahkum muyuz? Yaşam onun anlamını ciddiye alanların bulabileceği ve bulup yaşamayı hak ettiği bir şey olmalı. Çünkü bir şeyi aramadıkça onu bulmuş olduğumuzun farkına bile varamayabiliriz.
Hayatın Olmayan Anlamlarını Boşaltmak
Ramana Maharishi’ye hayatın anlamı nedir diye sorulduğunda, hayatın anlamı bu soruyu sormanızdır demiştir. Bu büyük bilgenin demek istediği, yaşamın anlamını, kendisinin kim olduğunu merak etmenin ve bunun için çabalamanın ta kendisinin o anlamı yaratacağı fikridir. Elbette bir soruyu sorabiliyorsak cevabının da olmasını bekleriz. Ancak hayatın anlamı nedir sorusuna verilecek “hayatın hiçbir anlamı yoktur” şeklindeki bir cevap da bizi tam anlamıyla tatmin edebilirdi. Önemli olan bu cevaptan ne anladığımız, hayatın bir anlamının olmaması tam anlamıyla ne demektir? Buna yüzeysel aklımızla yaklaşırsak bize hiçbir şey ifade etmeyecektir, çünkü her soruya cevap olarak yoktur ya da bilmiyorum diyebiliriz. Ancak bu cevaplar çok derin bir duygu ve düşünceyle verildiklerinde ve o derinlikte anlaşıldığında yaşama bambaşka bir sevinçle sarılmamız anlamına gelebilir. Tıpkı usta bir aşçıya iyi yemek yapmanın sırrı nedir diye sorulması gibi, muhtemelen vereceği en iyi cevap hiçbir sır yoktur olacaktır. Yemek yapmayı sevmek, sadece yemek yapmakla haşır neşir olmak, pişirilecek malzemeyle, onu yiyecek olanın mutluluğuyla birleştiğinde kendiliğinden en güzel yemeği yaratacaktır. Yaşam da aynı şekilde anların en iyi şekilde hem kendimiz hem dünya için yaşanmasıyla gerçek anlamını bulacaktır, bu anlarda yaşamın anlamını sorguluyor bile olsak… Hayatın anlamı boştur, bu demektir ki biz bu boşluğa erdikçe, onu bin bir şeyle doldurabiliriz. Öncelikle hayatın ona ait olmayan anlamlarını ondan boşaltabilmeliyiz.
Arkadaşlarımızla sohbet etmek sadece sohbet etmek güzel olduğu içinse bize anlamlı gelir. Eğer o sohbet bir takım art niyetlerle, bir şeylere ulaşma bilinciyle yapılırsa bir süre sonra tadını kaybeder. Yürümek sadece yürümekten keyif alınırsa güzeldir, zayıflamak için yapılan yürüyüşler ne kadar da sıkıcı gelir bir süre sonra. Meditasyon sağlıklı bir zihne sahip olmak için yapılırsa anlamını kaybeder. Kitaplar bilgilenmek için ya da mutlu olup hoş vakit geçirmek için okunduğunda okumanın gerçek keyfi ortadan kalkmaz mı? O halde hayatın anlamı da sadece onu yaşamak olmalı. Hayata bundan başka bir anlam yüklemek onu kaybetmek ve anlamını tamamen kaçırmak olurdu bana göre. Hayata özel ve sabit bir anlam yüklemek onun her anında karşılaşabileceğimiz birçok anlamını fark etmekten mahrum bırakırdı bizi ve böylece bir yaşam süresince toplanabilecek bütün art anlamların tadına varma fırsatını kaçırırdık. Bu tıpkı Paris’e Eyfel kulesini ya da Hindistan’a Tac Mahal’i görmek için giden insanların durumuna benzer. Eyfel’i ya da Tac Mahal’i görürler görmesine ama onun dışındaki her şeyi ikinci ve önemsiz saydıkları için yaşadıkları şeylerin önemini ve anlamını gerçekten takdir edemezler. Terry Eagleton Hayatın Anlamı adlı kitabında “Yalnızca, insanı hep Anlamların Anlamı’nı kovalamaya ayartan “derin” bir anlam anlayışıyla ilişiğimizi keserek özgür olabiliriz” der.
Kesinliğe Olan İhtiyacımız
Bir insan bu konuları hiç düşünmese de yaşamı anlamlı olabilir değil mi? Örneğin çaresiz bir hastalığa çare bulan bir bilim insanının hayatının anlamlı olduğunu düşünürüz, o kişi böyle düşünse de düşünmese de, biz “evet çok anlamlı bir yaşamı var çünkü insanların acılarına çare buldu” deriz. Diyelim ki o kişi yetersizlik duyguları içinde olsa, yaptığı yarattığı şeylerden anlam bulamasa bile hayatı gene de anlamlı mıdır? Çaresiz hastalığa çare bulan doktor belki de buna yeterince sevinemeyebilir. Bunu yeterli görmeyebilir, özel yaşamında bazı şeyler iyi gitmiyor olabilir ya da başarısını yeterince paraya ya da üne dönüştüremediğini düşünebilir. Yaşarken eserleri basılmayan ve pek de tanınmayan Kafka’nın hayatının anlamsız olduğunu düşünür müyüz? Ya da çok zengin ve başarılı bir insanın yaşamının çok anlamlı olduğuna inanır mıyız?
Gene de içten içe şunu biliriz ki, büyük bir soruna çare bulamasak da, herkese iyilik yapamasak da sadece bunu istemiş olmak bile büyük bir anlam katar bize. Buradan şu sonuca varıyorum ki, bir insanın kendi hayatının değerli ve anlamlı olduğunu düşünmese de yaşamı son derece anlamlı olabilir. Peki onun anlamını ölçen, ona görmediği ve bilmediği bir şekilde anlam katan bir şeyler olabilir mi? Bir çiçek ya da bir hayvan kendi yaşam anlamının farkında olmasa da biz onda çok yüce, çok değerli bir anlam bulamaz mıyız? Peki bizim yaşamımız, çabalarımız, bizim bilincine bile varamadığımız bir noktadan son derece anlamlı görülüyor olabilir mi? Belki bir gün bunu anlarız. Ama onu anladığımız güne kadar da yaşamımız anlamsız olamaz. Demek ki, bir insan kendisini o an yaşadığı sıkıntı ve çaresizlikle ölçmemeli. Önemli olan elimizden gelenin en iyisini yapmak. Vicdanımız rahatsa bir yerlerde, bir şekilde anlamlı olmuş olabiliriz. Hem de sonsuza dek.
Nihayetinde bir insan kendini ne zaman anlamlı bir yaşam yaşamış hisseder? Belki de ölürken rahat bir nefes verebilmektir geriye doğru bakarak, sonsuza kadar sürecek bir huzur için yaşamaktır yaşamın anlamı. Bunlar kesin cevabı olmayan, son derece bireysel inançlara dayalı sorulardır. Ancak tam da bu nedenle ruh sağlığımız için kesin bir değerleri vardır. Çünkü kimsenin bizim yerimize çözemeyeceği sorunu çözme girişimleridir. Ve kesinliğe olan ihtiyacımızla ilgilidir. Ancak ve ancak kendi karanlığımızdan tam anlamıyla geçerek kesinliğe ulaştığımızdan emin olabiliriz.
Kesinlik ne demektir? Kesinlikten yaşamım, kendim, yaşamın anlamı ve değeri üzerinde hiçbir tereddüt içinde olmadığım, bana yetecek her şeyi büyük bir açıklıkla bildiğim ve yaşadığım, bütün sorularımın yeterli bir biçimde son bulduğu bir zihin durumunu anlıyorum. Bu her insanın en son ve mutlak ihtiyacıdır. Ki bu ihtiyacı ret edebilir, başımızı kuma gömebiliriz. Ancak kendinize karşı samimi olun: Zihninizdeki sonsuz arayışın, karmaşanın ve karamsarlığın bitmesini istemez misiniz? Neden hep bir sonraki anda arıyoruz cevabı? Neden buradan ve bu andan başka bir yerde?
Kesinlik İhtiyacı (toplumsal ve bireysel):
Bu konuya bilimsel ya da mantıksal (nesnel) bir kesinlik ihtiyacının tam tersi bireysel bir kesinlik ihtiyacı açısından bakmaya çalışalım. Bunu neden önemsiyorum? Çünkü herkes için kesin ve doğru olan şeyleri bilsek ve uygulasak da bu bize anlam ve hakikati bulmuş hissettiremeyebilir, ta ki biz de en derin bireysel varlığımızda bu kesin şeyleri bilmiş olalım. Çoğumuz bize doğru ve gerçek diye öğretilen şeylerle yaşamıyor muyuz? Ama gene de bunların yaşamımızı beklediğimiz, umduğumuz kadar canlı ve yaşanası kıldığını söyleyebilir miyiz?
En derin bireysel varlığımız diyoruz, ancak elbette bu herkesin inandığı, duyumsadığı ya da aradığı bir şey olamayabilir. Ancak ben burada çok ciddi bir meydan okumayla diyorum ki, tek bir kesinlik vardır, O da bireysel kesinliktir. Tek bir varlık vardır, O da bireysel varlıktır. Bu meydan okumanın birinci ve yüzeysel yanı aklımıza hitap eder: Şöyle ki, eğer dışımdaki dünyayı bilen ve ondan bana akan bilginin farkına varan, anlamlandıran, onaylayan ve onu bilinçli olarak koruyan ben olmasam, bu dünyada “benim için” var olmazdı.
İmkansızlıkların İmkanına Ulaşmak
Eğer öznel gerçekliğin dışsal dünya tarafından yaratıldığını ya da tam tersini düşünüyorsam, bu benim düşüncem, benim inancımdır. Bu gerçeği tam olarak kendi zihnimizde oluştuğu sırada keşfedemiyorsak gerçekliği nasıl yarattığımdan nasıl emin olabilirim? Eğer gerçekliğin nasıl bir şey olduğunu ilk elden, D.T. Suzuki’nin deyişiyle çıplak ellerimle tutup kavramıyorsam kendimden ve dünyadan nasıl emin olabilirim?
Neyi nasıl bildiğimi ve bu bilginin beni götürdüğü bilinç ve ruh hallerini nasıl kavrayabilirim ve olası bir cehaletten ve yıkımdan kendimi nasıl kurtarabilirim? Buna “uyanma” diyebiliriz. İşte kesinliğin ikinci ve asıl meydan okuyuşu: Burası aklımı aştığım ve bilinenlerin bütün anlamlarını kaybettiği, onların kurmaca doğasının fark edildiği, oyunun dışına çıkılan yer, ya da daha doğru bir ifadeyle yersizlik. Bu yersiz yerde deneyimim o ölçüde doğrudan, aracısız ve mutlaktır ki, burada ne bir yere gidebilirim ne bir yerde durabilirim. Ne aklım var, ne aşacağım bir gerçeklik, ne de uyanıp aydınlanacak bir benlik var. Burada hem sonsuz bir devinim içindeymişim gibi özgürüm hem de yerimden hiç kımıldamıyorum. Burası bütün imkansızlıkların imkanlı olduğu ve gerçekleştiği ve bütün imkanların da imkansız olduğu yer. İnsan bir kez hapishaneden çıkmaya, aklının oynadığı oyunlardan kurtulmaya ant içsin Anlamın kesinliğinin meydan okumasını göğüslemeye hazırdır. Şimdi kesinliğin doğası üzerinde biraz duralım. Aynı rahatlıkla buraya kesinsizlik de diyebiliriz. Çünkü bu alanda kesinlik ve kesinsizlik arasında hiçbir fark kalmamıştır. Kesinlik dediğimiz zaman yaptığımız, bildiğimiz ya da olduğumuz herhangi bir şeyin “öyle ya da böyle, olduğundan başka türlü olabilirmiş gibi” olmayışını anlayabiliriz.
Tam Yaşamak
Yaşamın anlamı söz konusu olduğunda kesinliği en çok, yaşadığımız anların başka hiçbir şey gerektirmeyecek kadar yeterli ve tatmin edici olduğunu hissettiğimizde yaşadığımızdan bahsetmiştik. Kesinliğin olmaması ise kendimizi sürekli yetersiz ve eksik hissetmek, yaşadığımız hiçbir şeyi tam anlamıyla yaşayamamak demek. Ne tam olarak dinlenebiliyor ne tam olarak aktif olabiliyoruz. Çünkü dinlendiğimizde bütün evrende bizimle birlikte dinlenmiyor. Bu düşünce çok saçma gibi görünse de aslında tam anlamıyla gerçeğe işaret ediyor. Biz dinlenirken bir yanımızla sürekli düşünürüz ve dünyayı canlı ve uyanık tutarız. Günlük yaşamımızdaki etkinlikler, insanlar ve dünyanın ta kendisi zihnimizde, düşüncelerimizde var olmaya devam ederler. Bu yüzden de evren, yani bizim evrenimiz bizimle birlikte dinlenmez. Kendi evrenimiz dinlenmediği gibi, temas ettiğimiz insanlara da huzur vermeyiz, çünkü onları da sürekli bir şekilde var edecek anlamlara hapsetmeye çalışırız. Anların yeterliliği içinde onları algılayıp görmez ve bu algının boşluğuyla davranmayız. Ve kendi huzursuzluklarımızı da başkalarına aktarırız.
Gerçekliğin sığ düzeyinde her şey kendisinden başka bir şeydir, hiçbir şey olduğu gibi ve sadece kendisi değildir. Her şey kendisinden başka bir şey nedeniyle ortaya çıkar. Aklımız der ki odun yanar ve küle dönüşür. Oysa Dogen’in dediği gibi “odun yanıp kül olmaz, odun odundur kül küldür”. Yani daha derin bir gerçeklik düzeyinde, her şey sadece o andır. O anda bulunduğu şekil kendi kendisinin nedeni ve sonucudur. Aklımız tam tersine koşullanmış olduğundan sürekli yaşamın arkasından koşar onu bir türlü yakalayamayız. İşte bu anlamsızlığımızın asıl nedeni.
Her şey kendisiyle anlamlıdır. Dünya kendisi olduğu için başka bir anlam yüklenmeye gerek duymayacağımız kadar yeterli ve güzeldir. Bütün mesele dinç bir uyanıklıkla bu anlamı anbean yaratmamızdadır. O zaman ANLAM yenilenerek sürer gider. Ve büyük resim açıldıkça bu açılımdan daha çok anlam ve mutluluk duyarız.